ZARÛRET

Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955, IV, 483). Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, tıpkı basım, I, 76, 79).



Zarûret konusunda İslâm'da "Zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" prensibi uygulanır (bk. Mecelle, mad. 21). Zarûretin haram olan şeyi mübah kılmasına fıkıh usûlünde "ruhsat" denir (bk. "Ruhsat" ve Azîmet" mad.) Ruhsat özür nedeniyle ikinci olarak meşrû kılınan şeydir. Meselâ; başkasının malını telef etmek prensip olarak yasaklanmış iken tam zorlama karşısında zarûret ve özür nedeniyle ikinci olarak mübah kılınmıştır. Ruhsat ise; haramlık devam etmekle birlikte mübah olan şeydir. Mübah bir fiili işleyen kimse nasıl sorumlu olmazsa, ruhsata uyan kimse de sorumlu olmaz. Bir kimse tâm ikrah altında başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti, başkasının malını telefin haramlığını kaldırmaz. Bu haramlık devam eder, ancak zorlanan kişi bundan sorumlu tutulmaz. Yine açlıktan helâk olma derecesine varan kimse, diğerini daha sonra vermek veya sahibiyle helallaşmak üzere başkasının malını, izinsiz olarak zorla alıp yese veya kendisine saldıran, başkasına ait bir hayvanı değerini mâlikine vermek üzere, canını kurtarmak amacıyla telef etse ruhsata uymuş olur. Böylece açlık yüzünden başkasının malını almak mübah olduğu gibi, saldırıcı hayvanı canını kurtarmak için telef etmesi de mübah olur (Ali Haydar, a.g.e., 76, 77).



İslâm'da azîmet asıl ve genel olan hükümdür. Herkesi ilgilendirir ve yükümlü mü'minler buna uymak zorundadır. Ruhsat ise asıl hüküm değildir. Zarûret meşakkat, güçlük ve benzeri sebeplerle insanlar zarûret içinde kalır, meselâ ölmek tehlikesi ile karşı karşıya gelirse murdar eti yemesi gerekir. Meşakkat ve güçlükle karşılaşırsa orucu bozabilir. Tedavi amaciyle doktor, kadının mahrem yerlerine bakabilir.



Kur'ân-ı Kerîm'de bazı yiyecek ve içecekler haram kılınmıştır. Murdar hayvan, kan, domuz eti, şarap bunlar arasındadır. Ancak zarûret hali bulununca bunlar mübah hale gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse mecbur kalır da zarûret halini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse, ona günah yoktur" (el-Bakara, 2/173). "Size ne oluyor da, Allah'ın adı zikredilerek kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O, size mecbur kalmanız dışında haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır. Doğrusu bir çokları heveslerine uyarak hiçbir ilme dayanmaksızın insanları doğru yoldan saptırırlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir" (el-En'âm, 6/119).



Âyetlerde geçen ızdırâr hali darda kalmak, mecbur olmak anlamına gelir. el-Kurtubî'ye (ö. 671/1273) göre, bu darda kalış; "ya haksız olarak bir kimsenin zorlamasıyla, yahut da açlık hâlinde helâl yiyecek bulamamakla gerçekleşir" (el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Mısır 1387, II, 275). Kurtubî, zarûretin kapsam ve sınırını şöyle belirler: "Zarûret halinde kişi bütün mübahlardan aciz kaldığı için Allah Teâlâ bütün haramları mübah kılmıştır" (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232) "Ancak darda kalıp yediğiniz müstesnâ...." âyetinin tefsirinde de; "...murdar hayvan ve benzeri gibi bütün haram kılınanları, kastediyor..." (el-Kurtubî, a.g.e., VII, 73) demiştir.



İbn Kudâme (ö. 620/1223), darda kalınan murdar hayvan etini yemesinin mübah olduğunu belirttikten sonra kapsamı genişleterek şöyle der:" .... diğer haram ve yasaklar da böyledir" (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2. baskı, Mısır 1367, VIII, 595)



Ancak mezhep müctehitleri sınırı bu kadar geniş tutmayarak darda kalanın şarap içmesi veya insan eti yemesi konusunda bazı şartlar öne sürmüşlerdir.



İmam Şâfiî ve İmâm Mâlik şarabın susuzluk meydana getirdiğini dikkate alarak şarabın darda kalan susuz kimse tarafından içilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir. eş-Şâfiî (ö. 204/819) şöyle der: "Darda kalan şarap içemez, çünkü o da susatır ve acıktırır" (eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253). İmam Mâlik de, susuzluğu gidermediğini dikkate alarak aynı görüşü savunmuştur.



İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler ise şarabın zarûrî olan su ihtiyacım karşılayacağını söyleyerek, darda kalanın şarap içebileceği görüşünü benimsemiştir (İbn-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, Mısır 1376, I, 57)



Diğer yandan susuzluk halinde şarap içmenin hükmü konusundaki bu görüş ayrılığına rağmen, dayanılmaz zorlama halinde şarabın içileceği konusunda görüş birliği vardır. Çünkü böyle bir baskı altında kalan kimsenin murdar hayvan, domuz eti ve benzerlerinin yenebildiği gibi şarabın da içilebileceğinde görüş ayrılığı yoktur (İbnü'l-Arabî, a.g.e., I, 56; es-Serahsî, el-Mebst. XXVI, 48).



Darda kalanın kanı helal olmayan, kendi kendine ölmüş insan eti yemesi Şafiîlerin en meşhur ve sahih görülen görüşüne ve Hanbelîlerden Ebü'l Hattab'a göre caizdir. Dayandıkları delil, darda kalanın ölü insanın etini yemesi hayat hakkının tanınmasına aykırı değildir.



Mâlikî ve Zâhirîlere göre ise aç kalan ve açlıktan öleceğinden korkan kimsenin ölü insan eti yemesi caiz değildir. Mâlikîlerden ed-Düsûkî hâşiyesinde şöyle der: "İnsana gelince, ölü olsun diri olsun onu yemek caiz değildir. Darda kalan açlıktan ölse de bu böyledir" (ed-Derdîr, eş-Şerhu'l-Kebîr maa Hâşiyeti'd-Düssûkî. I, 59). Zâhirîlerden İbn Hazm (ö. 456/1063) da aynı görüştedir (İbn Hazm, Mu'cemu'l-Fıkhî, I, 57).



Hanbelîlerin çoğunluk görüşüne göre, ölü düşman askeri gibi kanı helal kimselerden ise, açlıktan öleceğinden korkan kimse onun etinden yiyebilir. Delil şudur: Öldürülmesi helâl olan kimsenin öldürüldükten sonra yenmesi de zarûret halinde helâ) olur. Kendi kendine ölmesi de aynı hükme tabidir. Fakat kişi hayatında iken kanı helal olanlardan değilse, ölümünden sonra onun etini yemek de helâl olmaz. Nitekim hadiste; "Ölünün kemiğini kırmak dirinin kemiğini kırmak gibidir" (Mâlik, Muvatta', Cenâiz, 45; Ebû Dâvud, Cenâiz, 60; İbn Mâce, Cenâiz, 63; Ahmed b. Hanbel, VI, 58,100,105,169, 200, 264) buyurulmuştur. Böyle bir kimseyi öldürmek nasıl haramsa ölünce etini yemek de aynı hükme tabi olmalıdır.



Ölü etinin yenebileceğini söyleyenlere göre ise yukarıdaki hadis yemenin haramlığına delâlet etmez, çünkü yenen kemik değil ettir. Diğer yandan hadiste kastedilen anlam, ölünün de diri gibi saygıya lâyık oluşudur. Yoksa ölüye diri kadar hak verilmiş değildir. Nitekim kısas, tazminatta olduğu gibi korunma hakkında da ölü ile diri arasında farklar vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 601; en-Nevevî, el-Mecmû Şerhu'l-Mühezzeb, IX, 41; Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, Irak İslâm Araştırmaları Fakültesi Dergisi, Sayı: 3, yıl 1970)



Yolculuk halinde açlıktan öleceğinden korkan kimsenin murdar hayvan eti ve benzeri haram şeyi yiyebilmesi veya haram içecekten içebilmesi için yolculuk meşrû bir yolculuk olması gerekli midir? Başka bir deyimle yol kesmek. hırsızlık yapmak, suçsuz bir insanı öldürmek veya zina yapmak üzere yola çıkıp da açlık veya susuzluktan dolayı ölecek duruma gelen kimse İslâm'ın ruhsatlarından yararlanabilir mi?



Çoğunluk müctehitlere göre günah işlemek üzere yola çıkan kimse zarûret ruhsatlarından yararlanamaz. Çünkü bu ruhsatlar darda kalana yardım için tanınmıştır. Günah için yolculuk yapan bu yardıma lâyık değildir. Ancak tevbe edip hak yola dönüş yaparsa yararlanabilir. Çünkü Allah Teâlâ darda kalanın haramı yiyebilmesini "bâğî" olmama şartına bağlamıştır (bk. el-Bakara, 2/173). Âyetteki; "Bâğî" kötü amaçlı, kötülük yapmak isteyen kimse; "âdî" ise; cevaz sınırını aşan kimse demektir. Bu konuda İmam eş-Şâfiî (ö. 204/819) şöyle der: "Günah yolcusunun durumu ne olursa olsun, ona yüce Allah'ın haram kıldığı hiçbir şey helâl olmaz, çünkü o, darda kalana, haddi aşmamak ve günah da işlememek şartıyla haramı helâl kılmıştır" (eş-Şâfiî, el-Ümm, Mısır, t.y., II, 253).



Bazı fıkıh bilginlerine göre ise günah için yolculuk yapanlar da zarûret ruhsatlarından yararlanabilirler. Çünkü yiyemeyerek kendilerini ölüme bırakmaları daha büyük günahtır. Allah Teâlâ; "Kendinizi öldürmeyin" (en-Nisâ, 4/29) buyurmuştur. Bu emir taat üzere olanı da günah işleyeni de kapsamına alır.



Diğer yandan günah işleyen tevbe edebilir ve Allah günahlarını affeder (el-Kurtubî, a.g.e., II, 232-233).



Günah işlemek amaciyle yola çıkıp da açlık veya susuzluktan ölümle karşılaşan kimse pişmanlık duyarak günahından dönmeli ve normal yolcular gibi zarûret ruhsatlarından yararlanmalıdır. Çünkü zarûret halinden söz eden âyet ve hadislerde yolcu ile mukîm, hayır için yolculuk yapanla ma'siyet için yolculuk yapan arasında bir ayırım yapılmamıştır.



Darda kalanın murdar hayvan ve benzeri şeylerden yiyebileceği miktar kendisini ölümden kurtaracak ve hayatını sürdürecek kadar olan miktardır. Doyumluktan fazla yiyemez. Bu konuda görüş birliği vardır. Ancak doyma konusunda Hanefiler doyuncaya kadar yiyemez, çünkü zarûret sebebiyle helâl kılınan, zarûreti gideren miktardır, daha fazlası değildir, demişlerdir (İbn Nüceym, el-Eşbâh, ve'n-Nezâir, Mısır, 1387, 86; Şâfiî, a.g.e., II, 252; İbn Kudâme, a.g.e., VIII; 595).



Bu prensip Mecelle'nin 22. maddesinde şöyle ifade edilmiştir: "Zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur". Bunun anlamı; zarûret için mübah kılınan şey zarûret miktarı ile takdir olunur, demektir. Meselâ; açlıkla dara düşen kimse, açlığın derecesi kadar zarûret ruhsatından yararlanır. Sonuç olarak, zarûret için mübah kılınan şey, yalnız zarûreti kaldıracak kadar işlenebilir, yoksa zarûret bahane edilerek bundan fazlası işlenemez. Örneğin; bir kimse açlıktan helâk olma derecesine gelince, bedelini vermek veya sahibiyle daha sonra helallaşmak üzere izinsiz başka birisinin malından yemeğe mecbur kalsa, ancak kendisini ölümden kurtaracak kadar yiyebilir. Yoksa bu açlık bahanesiyle daha fazlasını yiyemez (Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 78, 79).



Diğer yandan zarûret, haram kılınan şeyi yemediği takdirde kişinin ölümüne yol açan hal iken ihtiyaç (hâcet); bir kimsenin yiyecek bulamasa telef olmaz ise de sıkıntı ve meşakate düşmesi hâlini ifade eder. İhtiyaç hali haramı mübah kılmaz ise de oruçlunun orucu bozmasını mübah kılar. Meselâ; bir kimse açlıktan helâk olma derecesine varmış değil iken, mücerred koyun eti, yağlı yemek ve tatlıları canı istemekle izinsiz olarak başkasının malından bunları alamaz. Eğer alırsa "gâsıp" olur ve İslâm'ın yasakladığı bir fiili işlemiş bulunur (Ali Haydar, a.g.e., I, 79, 80).