Ayiyyü'l-Kari'nin Vahdet-i Vücud Risalesi:

Görüldüğü gibi iki sözü arasında gayet açık ve seçik bir çelişki bulunmaktadır. Belki de büyük alimlerin ihtilaf sebebi, bunun hakkında farklı görüşler sergilemelerinin nedeni, kimisi zındık derlerken, kimisinin de sıddîk (dürüst, doğru ve samimi) demeleri, onun bu çelişkili ifadeleri nedeniyledir. Onun asıl meramının ne olduğunu ise en iyi olarak ancak yüce Allah bilir. Biz onun küfrünü söylemek istemiyoruz. Çünkü onun konusunda kesin bir karara varmış değiliz. Ancak, şeriat ve ilahî hükme aykırı olarak söz söyleyenler hakkında küfrüne hükmedilir. Böyle biri ancak hakikat yolundan çıkmış olabilir. Hatta onun kesin anlamda küfre girmiş olması gerçekleşmiş olsa da, bu takdirde bile, onun son anlarında hakka dönmüş olabilmiştir, ecelinin sonunda hakka yönelmiştir.



Herhangi bir kimsenin küfrüne hükmetmek doğru ve caiz değildir. Ancak kesin bir delile ya da nassa dayalı olarak küfür üzere öldüğü sabit olan dışında kimseye kafir denemez. Ancak meramı noktasında onu izleyenler, ona tabi olanlar, onun sözlerini mütalaa edenler ise, bunlar eğer bozuk inanç ve düşünceden kurtulmuşlarsa, hatalı vehimden uzaklaşmışlarsa, işte bu, Allah’ın fazlı ve keremidir. Fakat sapıklık yolunda, cehaleti noktasında hala ona tabi olanlar ve izleyenler varsa, bu da Allah’ın takdiri ve kazası kabilindendir. Güç ve kuvvet yalnızca Allah’ındır.



Böylece anlaşılmış bulunmaktadır ki, genel manada halkın onun kitaplarını alıp okumaları yasaktır, haramdır. Çünkü desiseleri, içinde var olan tuzakları halkın geneli tarafından pek kolay anlaşılamaz. Nitekim hocalarımızın hocası Celal Suyutî’nin de tercihi budur. (206) Fakat bizzat şeyhin (İbn Arabî’nin) kendisi hakkında duruma vâkıf oldum. Onun işini ve durumunu da Allah’a bırakıyorum. Hakkında, birçoklarının söyledikleri gibi, kendisi hakkında zındıktır demiyorum. Onun çelişkili sözleri, daha önceki sayfalarda görüldüğü gibi, böyle bir durumu gösterse de, kendisi için zındık demediğimiz gibi, hakkında o sıddîktır, doğrudur da demiyorum. Bazıları hakkında sıddıktır deseler de, ona hüsnü zan besleyerek böyle bir şeyi ileri sürseler de, ben bunu da demiyorum. Sözlerinde meramının tahkiki gerçekleşmediğinden,  kimi kerametlere benzer vakıaların işitilmesiyle, büyük bir ilim sahibi olduğu söylense de, makamların gerçekleşmesi noktasında anlayışlarının içiçe girmesi yaygınlık kazansa da pek bir şeyler söylemek istemiyoruz. Niyetlerin iyi olup olmadığının, amaçların neye hizmet ettiğinin en iyi bileni Allah’tır. (207)



Daha sonra tevilcinin sözü, şu itirafı dile getiriyor. Diyor ki, şeyhi yani İbn Arabî, “Eşyanın vücudu (varlığı), hakkın zatıdır.” Böylece bunu mutlak anlamda söylemektedir ki, burada kendisi zuhur menzilesinde ya da hakikat mertebesinde olmayı murad ettiği ihtimalini uyandırmaktadır. Bunu da, söz olarak Eşarîlere nisbet etmek temeline dayandırıyor. Çünkü her şeyin vücudu yani varlığı, o şeyin aynıdır. Bir de bu ifade, aynen şeyhinin sözüdür, iddiası vardır. Dolayısıyla kimin gözü kör olur, bu kimse artık noktasız ayın ile noktalı ğayn arasındaki farkı anlayamaz. Yani hadise delalet eden noktanın varlığıyla ağyara (başkalarına) delalet ederken, noktadan soyutlanmakla da, ebrara (iyilere) delalet eder. Yani evde, ondan başka bir kimse yoktur, temeline dayandırıyor. Şuhud ehlince ortaya çıkan mana, onların “Allah’tan başkası” sözleri, “Allah, varlıkta olandır.” Bestamî’nin sözünde işaret olunan ise, şuhud denizine dalan, varlık nehrinde kendisinden geçen anlamınadır. Bu, “Cübbem’de Allah’tan başkası yoktur” demektir. Bu ise ancak bu kimselerin fena makamına vasıl olmaları, ulaşmalarıyladır. (208) Onların Beka meramında ortaya çıkması ve sekr (sarhoşluk) ve mahv (yok oluş) durumuna düşmeleriyledir. Bir de bizzat içme olayında kaybolmaları, ayıklık halinden habersiz bulunmalarındandır. Ancak bu gibi hallet ya da durum, an be andır, zaman zamandır. Tıpkı çakan şimşek gibi, tıpkı göz açıp kapamak gibi. Kimi zamanda cezbe gücüyle bu makamda kalır. Eğer bu durumunu fiili olarak veya söz olarak masiyetten korursa, o kimse sevilen meczuplardan sayılır. (209) Aksi takdirde o kimse ebter, bereketsiz, sonu kesik meczup adını alır. Bu ise eksik bir makamdır ve geçersiz yani batıl bir haldir. Tıpkı deliliğin akıllı bir alime nisbeti gibi. Peygamberlerden ve velilerden kemal derecesine gelince, bu, Cemul Cem’ makamıdır. (210) Dolayısıyla varlıkların çokluğunun vücudu onları hicab olmaz, mümkün olanların hakikatlarını mütalaa ederlerken, bizzat zatın kendisini müşahededen bir şey onları engellemez. Onları eşyayı olduğu gibi görürler. Böylece yasaklarla emirler arasını ayırdedebilir. Her hak sahibinin hakkını da yerine getirirler, onları hakkı mülahaza etmeyip, halkına riayet ederler. Evet hakkın şuhudu, mutlak istiğrak (içine almasıyla) nedeniyle halkın vücuduna (varlığına) galebe çalarsa böyle olur. İşte ismet şartından murad budur. Allah hakkında ve kullar hakkında ismet şartından maksat bu olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şu hadislerinde işaret buyurulan ve: “Benim Allah ile öyle bir (sözleşme) vaktim (anım) var ki, o vakitte ne mukarreb bir melek, ne de gönderilmiş bir peygamber beni ihata edemez.” (211) Burada mukarreb melekle Cebrail’i, mürsel peygamberle de kendi ekmel (en mükemmel) nefsini demek istiyor, buna dikkat et.



Hakkı müşahedesine halkın mutalaasının galebe çalması nedeniyle eğer kaziyye (hüküm-mesele) aksi olursa, bu, mutlak kemale nisbetle izafî bir noksandır, eksikliktir. İşte burada deniyor ki: “İyilerin haseneleri (iyilikleri), hürlerin (ahrarın) kötülükleridir. İşte bu bakımdan tüm hayırlıların efendisi ve alimlerin de senedi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:



“Kalbimi gaflet basar da, Allah’tan mağfiret dilerim.” (212)



İşte bu makamda kimi meşayihi kiram şöyle demişlerdir: “Allah’dan başkasından geleceklerden Allah’dan mağfiret dilerim.”



Arif İbn Farid de demiştir ki; Şiir:



“Eğer senden başka bir irade hatırlayacak olursam



Bu seven (yanılarak) da olsa, mürtedliğime hükmederim.” (213)



Bu mananın şerhi uzadıkça uzar. Biz yine kendi konumuza dönelim. Biz bu konuda deriz ki, hak ehlinin itikadı ya da inancı, yüce Allah, kainat varlığının gayridir. Çünkü Allah, tüm yaratılanların yaratanıdır, varlıklar bakımından hadis olan vücudların da yaratıcısıdır. Allah’dan başkası asla mûcidden müstağni olamaz, bir mûcide ihtiyaç göstermemezlik edemez. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah zengindir, sizler ise fakirlersiniz (Allah’a muhtaçsınız).” (214)



Yani öncelikle Allah’ın yaratması, ikinci olarak da en be an onun imdadına muhtaçsınız. O’nun yaratması olmaksızın bir şey olamaz, öncelikle bu bilinmelidir. Onun yardımı olmaksızın da bir meşhud (görülen şey). Aksine, O’ndan başka mevcud olarak hak bir yaratıcı olamaz. Mutlak manada Allah’tan başka bir mevcud da yoktur. İşte vücud makamında bu şuhudu düşün. Aynı zamanda vücudiyenin sözleri arasındaki durumu da düşün, “Göklerde ve yerde mevcudâtın ayanı (aynları), gök ile yer arasında kainatta var olan ulvi ve süfli şeyler ve redi (aşağılık) olan şeyler, mutlak vücud sözüne göre hakkın aynıdır, kendisidir. Evet, yüce Allah’ın ilminde mevcud ve madum eşyanın varlığı ayani sabit edendir. Bunların hariçte bir varlıkları vardır ki, bizzat bağımsız yani müstakil değildirler. Bunlar tıpkı havadaki toz kabilindedir. Ya da çöldeki serap gibidir. Susamış olan biri, serabi görünce su sanır da, yanına koşup gider, oraya vardığında ise, onu, suyu bulamaz. Orada Allah’ı bulur. Nitekim O şöyle buyurur: “Nerede olursanız, O sizinledir.” (215) Bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: “O, her şeyi kuşatmıştır (her şey Allah’ın bilgisi içindedir).” (216)



Bir diğer ayette de şöyle buyurmaktadır: “Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (217).



İşte makamda ilerleme konusunda bu, müridin yaklaşma amacıdır. Burada taayyünleri, şeklî anlamda bilimsel taayyünlerdir. Yoksa hakikat anlamında taayyünatı ayniyye değildir.



Bir de şurası da bilinmelidir ki, sofilerden marifet erbabı olanlar, zati vahdeti, sıfat ve esmai hüsnanın kesretini (çokluğunu) açıklamak noktasında örnekler sunarlar. En yüce sıfat Allah’ındır.



Tüm eşya, kainatlarında ve renklerinde, hak nura ve mutlak zatın zuhuruna nisbetle muhteliftirler, ihtilafları buna göredir. Tıpkı sırçalar ve aynaların varlık (vücud) güneşi mukabelesinde olmaları gibi. Ortada bunun mukabilinde şuhud aleminde duvarlar vardır ki, kuşkusuz, güneşin nuru ya da aydınlığı bunlar üzere düşer, böylece duvarlardan farklı ve muhtelif renkler belirir. Karşı ki aynadan bunlar ortaya çıkar. Böylece gayet açık olarak, bu nurun aksinden ya da yansımasından elde olunan şey görülür. Aslında güneşin nuru, zatın vahdeti, birliği yönünden, aynada yansıyarak gözüken ve ortaya çıkan muhtelif renklerden tamamen beridir, uzaktır. Ancak onun zatının vücudu (varlığı) olmamış olsaydı, bu takdirde O’nun tecellilerinin şuhudu da tasavvur olunamazdı, onun aynalarında görülemezdi. Arif kimsenin nazarı, bakışı mutlak hakka karşıdır. Oysa gafil kimsenin nazarı, bakışı ise halka karşıdır, haktan ise gafildir. Bu bakımdan Şeyh Ahmedî. Taze genç delikanlıların aşkıyla kendisinden geçmişken, denilmiştir ki: (218) “Sen hangi makamdasın?” şöyle demiştir:



“Su kabında bulunan gökteki güneşe bak.” Yine kendisine denilir ki:



“Senin kafanda (arkanda) bir yaran olmasaydı, sen güneşi asıl olması gereken yücelikte görür, onun aydınlatıcı ışığından da aydınlanırdın.”



Ayrıca işte buna göre, vahidi hakiki olan “gerçekte bir tek olan)’dan bu muhtelif eserler ortaya çıkar, zuhur eder. Bu da farklı farklı kabiliyetler nedeniyledir, ahlakî istidatlar açısından böyledir. Nitekim yüce Rabbimizin şu ayeti bunu göstermektedir:



“De ki: Hepsi de kendi yoluna göre amel eder.” (219) Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Kim ne için yaratılmış ise, o şey kendisine kolaylaştırılır” buyurmuşlardır. (220)



İşte bu örnekle görmektesin ki, hakkın tüm halkla (yaratıklarla) birlikte olması muhal olan bir şey değildir. (221) Bu gerçeği çok iyi anla ve sakın bir vehme kapılma, ortada sir problem veya farklı şeyler var sanma. Halleri gerçek ve hakikat açısından en iyi bilen yüce Allah’tır.



Ayrıca bu örneğin sonuçları olarak, vuku kesin tahakkuk edecek olan şey, zuhur perdesindeki ya duvarındaki nurdur (aydınlıktır), farklı renklerdir ve birbiriyle ülfet oluşturmuş oluşumlar, kainatlardır. Fakat bunlar mevcudat suretinde madum yani yokturlar, aynı zamanda mefhum şeyler olup, fanilikleri kesindir, muhakkaktır. Bu ise zatın içinde ve nur cihetiyle vardır. Cihet-i nuriye cem’dir, cihet-i levniye ise farktır. Vücudu harici ise iki ciheti de toplamaktadır. Aynı zamanda vacibul vücud’un şuhudu ile, mümkinuşşuhudun zuhuru arasındaki berzahtır (ölümdür). Bu, herkes tarafından muteber olan Cemul Cem’ makamıdır. (222)



İşte bu konu üzerinde düşün, taşın. Nitekim yüce Allah şu ayeti de buna işaret buyurmaktadır:



“İki deniz bir değildir.” (223) Başka bir ayette ise: “(Birinin suyu tuzlu, diğerininki tatlı olan) iki denizi birbirine kavuşmaları için salıvermiştir. Fakat aralarında bir engel vardır ki, birbirine karışıp suların özellikleri bozulmaz.” (224)



Bunlar da göstermektedir ki, vacib olanın mümkün olması düşünülemez. Nitekim mümkün olan bir şeyin de vacib olması mümkün değildir. Fakat aklı kıt olan kimseye gelince, bu kimse nur ile renk yani aydınlıkla rengi ayırdetmez. Nitekim şu ayet bu gerçeğe işaret eder:



“Hakka batılla karıştırmayın.” (225)



Fakat Hakkın şuhudu kendisinde galebe çalmış, ya da hak kendisinde baskın olan kimse de şöyle der:



“Dikkat edin, Allah’tan başka her şey batıldır.”



Kimin de kendisinde halkın şuhudu baskın gelirse, bu kimse dehrî (zamancı) olur, ırkçı olur, ateşperest olur, inkarcı olur, yahudi olur, vücudî olur. Ancak şuhudî olamaz. Bu itibarla şöyle söyleyenler doğru söylemişlerdir:



“Rab, Rab’dır, kul da kuldur.” Bu bakımdan yanlış yapma, işleri birbirine karıştırma. Nitekim şöyle diyenler de doğru söylemiş olurlar:



“Tüm erbabın Rabbi varken, toprağa da ne oluyor?” Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



“Bu itibarla insan neden yaratıldığına bir baksın. Bir atılgan sudan yaratılmıştır.” (226)



Dikkat edilirse, birbirine yakın iki örnek. Kaldı ki en yüce sıfat Allah’ındır. Bu noktayı çok iyi düşün. Nitekim bazıları bir şiir tanzim ettiler.



Cam kadeh şeffaflaştı, inceldi. Şarapta o nisbette şeffaf ve ince. Her ikisi de benzeştiler. Durum böyle olunca işin içinden çıkılamaz oldu. Sanki hepsi şaraptır, kadeh diye bir şey yoktur ortada. Sanki hepsi kadehtir, şarap diye bir şey görünmüyor ortada.



İşte işin bu noktasında ayaklar kayabilir, kalemler yanlış yapabilir. Burada tevilcinin bir yanılgısı vardır. Ayakların kaymasıyla ilgili olarak gerçek bilenlerce doğru olmayan bir meram var. Çünkü şeyhine yapılan kötülemelri önlemek böyle yapmış, hiçbir zaman Melikul Allam olan yüce Allah tarafına dönüp bakmamıştır. Çünkü bu şahıs demiştir ki:



Haricen mevcut olan şeyin, mümkün mahiyetle vacibi cem etmesi, içinde toplamış olması haysiyetiyledir. Ona: “Başlangıcı içine alması itibariyle” dense ki, “O şey aynıdır”. Bu takdirde sıfatlar ne aynıdır, ne de gayr (başka)’dır uzak bir şey sayılmaz. Oysaki gayrdır.” Evet, sonuçta böyle bir şey ortaya çıkar.”



Dolayısıyla küfrünün ortaya çıkması da kuşku götürmeyen bir şeydir. Çünkü muhakikler yani ehli sünnet vel cemaat, sıfatlar hakkında şuna razı olmadılar ve: “Sıfatlar zatın aynıdır” gibi bir şey söylemediler. Aksine bunlar: “Sıfatlar ne aynıdır, ne de gayrıdır” görüşünü savundular. Çünkü böyle söylemekle, kadimlerin taaddüdünden (artmasından) kaçınmak istediler. Zira böyle dememiş olsalardı, Mutezile ve öteki bidat erbabı gibi sıfatları inkar edenler konumuna düşerlerdi. Hiçbir zaman şöyle denme imkanı olabilir mi?:



“Mümkün olan şeyler, bir yönden zatın aynıdır, bir yönden de gayrıdır.” Hiç böyle demek mümkün müdür? Asıl duruma gelince, aslında varlıklar, sıfatların nurlarının eserleridirler. Ancak kul Mevlası’nın onu yarattığı tabiat üzeredir. Tıpkı meridin de, kendisini eğitenin tabiatında olması gibi.



Ancak tevilcinin örneklediği noktaya gelince, vahdeti ve kesreti tasvir açısından, başkalarına uyarak, adetlerin mertebelerinde bunu bir tek gibi göstermesine gelince, bu aynilik sözünü kabul edenlere meyletmektir ki, ittihadcılar da zaten işlerini bunun üzerine tertibetmektedirler. Bu ise ilhad ile yani dinsizlikle mahkum bulunmaktadır. Aynı şekilde bu şahsın şeyhinden yapmış olduğu ve o, “Futuhat” adlı eserinde şöyle demiştir: “Bu görüşü savunanlar (kavim) nezdinde, tahalli yani onlardan uzak kalmak, halveti seçmektir, kişiyi hazretten uzaklaştıran şeylerden de yüz çevirmektir. Bize göre, bu kendisinden yararlanılan vücuddan (varlıktan) tahallîdir, yani halvettir. Çünkü sıradan kimselerin (avamın) inancına göre, gayrın vücudu (varlığı) haktır. Oysa aslında, ortada sadece ve sadece bir tek vücud vardır, o da Hak Cella ve Ala’nın vücududur.”



İşte görüldüğü üzere bu ifade daha öncekiler gibi, vahdet-i vücudu göstermektedir. Bu da erbabı şuhudun kabul ettiği gerçeğe aykırıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:



“Allah’ı her an tesbih edenler biziz.” (227) Yalnız noksan sıfatlar, zevalden (yok oluş) tesbihle yetinilse, değil. Çünkü tesbih de yüce Allah’ın kemal anlamıyla Celal ve Cemal sıfatlarının zuhuru vardır. Nitekim yüce Allah’ın esma-i hüsnasından olan Kuddûs ismi de böyledir. Bu itibarla tenzih edene bir levm, kötüleme sözkonusu olamaz. Eğer tenzihle yetinilirse, evet, tenzih ile tahmid (hamdetme)’yi birlikte cemetmek daha güzel ve evladır. Nitekim, teyid ehlince, Allah’ın meleklerinden hikaye yoluyla yüce Allah’ın şu ayeti bu gerçeği dile getirmektedir, bunda hiçbir kuşku da yoktur. Rabbimiz şöyle buyurmuştur (meleklerden hikaye ile): “Biz sana hamd ederek, noksan sıfatlardan seni tenzih, kemal sıfatlarıyla da tavsif edip dururuz.” (228)



Nitekim hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Sübhanellahi ve bi hamdiî” yani “Allah’ım, seni tesbih ve tenzih ederiz, sana hamd ederiz.” (229)



Kaldı ki burada gerek “tesbih” ve gerekse “tahmid” her ikisi de birbirlerinin anlamını taşımaktadırlar. Bu noktayı çok iyi düşün. Aslında bu, mana itibariyle gerçekte, “tevhid” kelimesinin manasından farksızdır, onun bir benzeridir. Çünkü tevhid kelimesinin “Lâ İlâhe” cümlesi, tenzihtir. Temciddir, yani Allah’ı yücelemek ve tazimdir. “İllallah” cümlesi de, tevhiddir (birlemedir) ve tahmiddir (hamdetmedir).



Diğer taraftan bu kişinin malul, yanlış tahliline gelince, bunun makul manada ve nakle dayalı bir şekilde kabul edilir bir yanı yoktur. Çünkü onun söyledikleri sonuçta delalete ve sapıklığa gitmektedir. Çünkü görüldüğü gibi, halkı yani yaratılanı, hakkın yani yaratıcının aynı görmektedir. Bu ise mutlak anlamda küfürdür. Ayrıca “teşbihi” güzel bulması da, gerçek anlamda tenzihe ve yüce Allah’ı şu ayetine aykırıdır, bununla çelişkilidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (230)



Yani zatı bakımından O’nun hiçbir benzeri yoktur. Yine aynı ayette de şöyle buyurulmaktadır: “O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (231)



Yani tüm sıfatları mertebesinde yüce Allah kamildir. Ayetin birinci bölümünde Müşebbihe mezhebine red cevabı verilmektedir. İkinci bölümünde ise, Muattıla mezhebine, mükemmel sıfatları inkar edenlere reddiye olmaktadır. İşte tenzih ile teşbih arasındaki cem, tahkik erbabınca ve tenzih ashabıncadır. Ey uyanık ve dikkatli kişi, bunu iyice düşün. Evet bunu düşün ki, sefil kimsenin düştüğü konuma sen de düşmeyesin. Bu arada müteşabih ayetlerle ilgili, aynı şekilde müteşabih hadislerle ilgili meydana gelen problemlere, müşkilelere gelince, bilindiği gibi kimi ayet ve hadislerde “el, yüz, göz, ayak ve benzeri” gelen sıfatlar vardır. Teşbihten uzak kalma ve tenzih yolunu seçme açısından sıfatlar konusunda üç türlü görüş vardır.



Birincisi: Bunlarla ilgili bilgiyi asıl bilenine, Allah’a havale etmektir. Selefin cumhuru ile, haleften birçokları bu görüştedirler. Nitekim bunu şu ayet teyidetmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “İlimde yüksek dereceye erişmiş olanlar ise: “Biz ona inandık; hepsi de Rabbimiz katındandır” derler.” (232)



İkincisi: Bunun tevilidir ki, halef alimlerinden bir çoğu ve seleften de bazısı bu görüşe meyletmişlerdir.



Üçüncüsü: Ne tevil ne de tavakkuf burada söz konusu değildir. aksine zikredilenlerin tümü, zat üzerine zait olan sıfatlardır ki, hiç bir yönden bunların manaları anlaşılamaz. Bu da İmam Ebu Hanife (r.h.)’nin tercihidir, Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye gibi ona tabi olanların tercihidir. Bu, İbn Huzeyme ve bunun dışındaki büyük muhaddis imamların görüşüdür. Bu, selefin tümüne nisbet olunmaktadır. Nitekim onların bu görüşlerine ehli sünnetin imamı Ebu Hasan Eşarî (233), bazı sıfatlarla, müşabehatın tümünde onlara katılmıştır. Ebu Hasan Eş’arî’nin istiva ile ilgili olarak iki görüş bulunmaktadır



Bunlardan birisi, istiva’yı istila olarak tevil etmesidir. Nitekim “vech” yani “yüz” sıfatını da tevil etmiş ve yüzün bir yorumu da, “vücud) varlıktır, demiştir. Aynı şekilde, ayn, kadem, yemin, cehb gibi sıfatları da tevil etmiştir. Bir görüşünde de şöyle der: “Bunlar zat üzerine zait olan sıfatlardır.” Bakıllânî de onun bu görüşüne katılmıştır.



Diğer taraftan, tevilcinin sözünden sonuçta çıkan, itirazı önlemek ve: “Her şeyden münezzeh olan Hakk, mademki bir yönden eşyanın aynı, bir başka yönden de gayrı” ise, bu takdirde kesinlikle “tenzih” ile “teşbih”in cem’i, birlikte olması gerekir. Yani hüviyet açısından zat hakkında tenzih inancına sahip olurken, ayniyyet yönünden de teşbih gerekir. Ki buna da maiyyet yani birliktelik, beraberlik denmektedir. Nitekim işte ayet:



“Nerede olursanız, O (Allah) sizinledir.” (234)



Sen de görmektesin ki, bu, onun sözünü bir bakıma tavzihtir, açıklamadır. Yoksa meramının tashihi değildir. Burada ayeti kendilerine delil göstermeleriyse, ayeti böyle bir yoruma hamletmekse, açık ve fahiş bir yanlıştır. Çünkü ayetteki maiyyetten (beraberlikten) ayniyyet anlaşılması gerekmez. Bu, görüş ancak Hululiyye, İttihadiyye ve Vücudiyye mezheplerinin görüşüne uygundur. Şuhut mertebelerini gerçekleştiren (muhakkik) hak mezheplerince bu, böyle değildir.



Onbirincisi: İdris (a.s.) bölümündeki ifadedir. Ebu Said (235) Harraz demiştir ki: “Bununla kendi nefsini (zatını) demek istiyor. Bu, hakkın vecihlerinden bir vechi (yüzüdür), O’nun dillerinden bir dilidir. Öyleki kulların Rabbi, ancak tüm zıdları bünyesinde toplamakla bilinebilir.” Daha sonra Harraz demiştir ki: “Bizzat herşeyden münezzeh olan Allah’ı kasdederek, onu, Ebu Said Harraz (kendisi)’ni kasdederek) ve başkaca isimleri, yani hadis (sonradan olma) olan isimleri böyle değerlendirmiş ve söylemiştir.”



Kuşkusuz bu tür hezeyanların batıl ve geçersizliği ortadadır. Evet yüce Allah, zıd sıfatları toplamıştır, çünkü şöyle buyurmaktadır:



“O, ilkdir; sondur; zahirdir; batındır.” (236)



Burada ayette görüldüğü gibi sanki birbirine zıtmış gibi, zıt suretler (şekiller) tarzında gelmiştir. Oysa burada asıl belirtilmek istenen mana şudur:



“O, ibtidası (başlangıcı) olmayan ilktir, sonu olmayan (gelmeyen) sondur. Zuhuru mümkün olan ve ibrazı gereken sıfatlar itibariyle de O, zahirdir. Zat itibariyle de batındır, tüm cihetlerden münezzeh olan zatının künhü bilinemezdir.” Ancak O’nun ilkliği, sonluluğunun aynıdır, O’nun zahiriyyeti de, batıniyyetinin aynıdır. Bu, her ikisinde de bir cihet açısından böyledir. Gerçi bize nisbetle durum farklılık gösterse de gerçek anlatıldığı gibidir. Tıbkı tevilcinin tevili gibi.



Tevilci sözüne ve bunu şeyhine nisbet etmesine gelince, çünkü şeyhini delil göstermektedir, Futuhat’ta demiştir ki: “O ilktir, sondur, zahirdir, batındır” ifadesiyle, bir yönüyle Harraz’ı demek istemektedir. Yoksa farklı nisbetler yönüyle değil, nitekim rusum  (zahir ve şekilci) alimlerinden düşünce erbabının meseleyi kavradıkları gibi.”



Dikkat edilirse, burada kuşkusuz, tefsir ve hadis erbabından şeriat alimlerini “Erbabı Rusum” olarak görmektedir. Kendisini ve kendisi gibilerini de hakikat ashabı, anlayışlı kimseler olarak saymaktadır. Bunu da mücerred (soyut) hayalleriyle, vehme dayalı işlerdeki mücerred hayalleriyle söylemektedir. Tevilciye gelince, daha önce de kesin olarak belirtildiği gibi, her şeyden münezzeh olan yüce Allah, asar’ın (eserlerin) ve hükümlerin mebdeidir. Başkasına değil, her bir mahiyete nisbeti nedeniyle bunun özel bir yönü (vechi) vardır. İşte bu, bir tavzih yani açıklamadır, yoksa bir tashih değildir. Çünkü bu söz adeta: “Münezzeh olan zat bir bakıma eşyanın aynıdır, bir bakıma da gayrıdır” sözünün ta kendisidir.



Bunun da açık ve kesin bir küfür olduğu ortadadır. Bunun için herhangi sahih ya da doğru bir tevili, yorumu da yoktur. Ancak aşağıdaki hadisi kendisine delil göstermesine gelince ki hadis şöyledir:



“İmam, Semiallahu limen hamideh, deyince (o da) Rabbena lekel hamd, der.” (237)



Yüce Allah kulunun dilinden: “Samiallahu limen hamideh” demektedir. Bu, bu adamın anlayış kıtlığından, kitap ve sünnet ilminden yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, hatibin şu ayet okununcaki sözü kabilindendir. Hatib: “Ey iman edenler! Siz de ona (peygambere) salat ve selam edin” (238) Yine bu, okuyucu Kur’ân’daki bir secde ayetini okuyunca da durum böyledir. Nitekim şu hadis de böyledir:



“Doğrusu Allah, Hz. Ömer’in diliyle (dili üzere) konuşur.” (239)



Nitekim Hz. Musa (a.s.)’nın, yüce rabbimizin kelamını ağaçtan duyması da böyledir. Bu itibarla bunlardan çıktı diye, onların Rab olması gerekmez.



Onikincisi: Yine Nuh (a.s.) ile ilgili bölümdeki ifadesidir. Burada diyor ki: “Eğer Nuh, teşbih ile tenzihi cemetse, kavmini de bunlara davet etse, bu ikisi konusunda ona kesinlikle cevap verirlerdi. Fakat o, onları açık bir şekilde teşbihe çağırdı, sonra da gizlice tenzihe davet etti.”  İşte bu, iki kelamı arasındaki tenakuzu yani çelişkisi, iki meramı arasındaki zıtlığı ile birlikte açıkça bir küfürdür. Çünkü burada yüce Allah’ın peygamberlerinden birine itirazda bulunuyor. Alimler açıkça ifade etmektedirler ki:



“Herhangi bir peygamberi ayıplamak küfürdür.” Ayrıca gaybı bilme, haberlerle ilgili gaybı bilme iddiası, kendi reyine göre tefsir ederek, alimlerin ve velilerin yaptıklarına aykırı olarak, herhangi bir Arap gramer kuralına bakmaksızın, hale ya da karineye dayalı bir şeye bakmaksızın kendi başına buyruk tefsir yapması, bunu imandır diye savunması da yine böyledir. Ayrıca bundan daha fenası ve iğrenci, Hz. İlyas bölümünde, aşağıdaki ayetle ilgili olarak söyledikleridir. Ayet şöyledir:



“Kendilerine bir ayet geldiğinde, “Allah’ın peygamberlerine verilenler gibisi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz” demektedirler. Allah risaletini nereye koyacağını (ve kime vereceğini) çok daha iyi bilir.” (240)



Bu ayette mebnasının açıklanması ve manasının ortaya çıkması açısından iki vecih bulunmaktadır.



Sunlardan birisi ayette yer alan: “Rasulullah” mübteda (özne)’dir, “Allah” lafzai Celali de haber (yüklem)’dir. Devamındaki “A’lemu” mahfuz yani ibarede yer almayan ve fakat varlığı kabul edilen mübteda (özne)’nin haberi (yüklemi)’dir. Bu da mahzuf olan yani varlığı kabul edilen “Huve Huve”dir.



İkincisi: Allah mübtedadır, A’lemu da haberidir. Birinci veche göre: “Rasulullah Yekununallah” (Peygamberler Allah olurlar), ikinci veche göre de: “Ondan başkası” demektir. İşte bu teşbihte tenzih ve tenzihte teşbihtir” diyor.



Sen de burada görmektesin ki bu, temelde bir dinsizlik ve mana yönüyle de ittihad yani vahdet-i vücuddur. Hatta böyle bir düşünceyi savunanlar, “Biz onlara (putlara), ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.” (241) Ve: “Bunlar (putlar) Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.” (242) diyen putperestlerin cehaletinden çok daha cahilce ve ahmakça bir şey olduğu asla göz ardı edilmemelidir.



Yine bunların bu düşünceleri, “Doğrusu Allah, Meryemoğlu Mesih’tir.” (243) diyen Hıristiyanların küfründen daha kötü bir küfürdür. Çünkü bu adam, tüm Rasullerin Allah olduğunu ileri sürmektedir. Kaldı ki bu, meseleyi üzerinde oturttuğu kurala da uymamaktadır. Zira vücudiyye adıyla anılan bu aşağılık taifenin açıkça belirttiğine göre, diyorlar ki, Hıristiyanların küfre girmeleri, uluhiyeti sadece mesihlik mahiyetine hasretmeleri yüzündendir. Oysaki bunlar, aynıliği tüm aşağılık eşyanın hepsine genelleştirdiler. Nitekim aşağıdaki ayette belirtilen ifade bunlar hakkında doğrudur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:



“Allah’ın kitabındaki kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştiriyorlar.” (244)



Bu nasıl bir tahrif ve değiştirmedir ki, kitapta haklarında yerme hükmü gelen Araplar’dan, böylesi kapsamlı anlamda bir irab hatası meydana gelmemiştir. Çünkü “Utiye” kelimesinden “Resulullah” ifadesini kesip ayırmak, oldukça garip bir durumdur, bu, aynı zamanda temeli tezyif etmek ve manayı da olduğu gibi değiştirmektir. Bu gerçek göstermektedir ki, bu adam henüz Arapça dilbilgisi kurallarını bile bilmekten oldukça cahildir. Kuşkusuz Arapça dilbilgisi kurallarından konuyu öğreten “Ecrukiye” adlı kaynağı okumuş bir kimse bile böylesi bir yanlışa düşmez. Dolayısıyla, tevilci burada ilgisi olmayan şeylerle konuyu uzatıp durmuştur. Rabbimizin aşağıdaki ayetine ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de hadisine dayanarak biz onun açıklamasından kaçınıyor ve burhanını, delilini de geçersiz sayıyoruz.



Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Boş şeylerden yüzçevirenler onlardır.” (245) Her ne kadar bu ayeti kendilerine delil sunsalar da bu, onları iptal etmektedir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:



“Doğrusu kişinin İslâmının güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesine bağlıdır.” (246)



Rezalet sergileyen şeylerden bu kadarını anlatabildik. Nitekim “Din nasihattan ibarettir” (247) hadisi gibi hadislerde de varid olduğu gibi, mesele ortaya konmuştur.



Onüçüncüsü: Yine Hz. Nuh (a.s.) ile ilgili bölümdeki duruma gelince diyor ki: “Büyük büyük tuzaklar kurdular.” (248)



Çünkü bu ayetin izahında diyor ki, Allah’a davette, davet edilen kimseyi tuzağa düşürmek vardır. Daha sonra bir kaç satır ileride der ki, onların tuzağıyla ilgili olarak: “... sakın ilahlarınızı bırakmayın...” (249) ayetini de şöyle yorumluyorlar: “Gerçekten onlar, eğer ilahlarını bıraksalardı, bu ilahlarından bıraktıkları kadarıyla haktan bilgisiz kalacaklardı. Çünkü Hakk’ın her bir mabudda, özel bir vechi yani yüzü var ki, bunu bilen bilir, tanıyan tanır, bilmeyen de bilmez.”



Kuşkusuz bundan daha açık bir küfür olamaz. Tevilci, bu ifadenin tevilinde ve yorumunda aciz kalınca, bu defa sözünü tavzihe, meramını açıklamaya geçiyor, bu defa daha büyük bir yanlışa, küfür halinden daha da ileri bir yanlışa düşüyor. Çünkü diyor ki: “Hakka davet demek, mücerred anlamda marifettir. Yoksa münezzeh olan Rabb, bir bakıma mefkud (yok) olma mahallindedir. Bir başkasında ise mevcuttur.



Açıkça yapılan davet, çağrıların çağrısından ibarettir ki, bu, kendisinde hak mefkud (yok) bulunandan, kendisinde hak mevcud (var) bulunana bir davettir. Mademki mürsil (gönderen), mürselun ileyh (kendilerine bir şey gönderilen), rasul (elçi), risalet (elçilik), davetçi (davet olunan, davetle görevli ve davet türünden) dört şeyi gerekmektedir. Oysa bu, zatî tevhid bakımından hepsi de bir tek şeydir. Kuşkusuz, vakıaya, gerçeğe aykırıdır. Şayet bir kimse, cehalet ya da bilgisizliğinden ötürü, gerçek manada taaddüdü anlasa, bu durumda davet, gizli bir tuzağın gerçekliği olmuş olur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



“Onlar tuzak kurmuşlar, Allah da onları kendi tuzaklarına düşürmüştü. Allah hileyi hayra çevirenlerin en hayırlısıdır.” (250)



Ben de (İbn Arabî ve tevilciyle alay sadedinde) derim ki:



“Allah’ın tuzağından, hüsrana uğrayan kimselerden başkası emin olamaz.” (251)



Sonra diyor ki: “Eğer bir kimse, herhangi bir şeyin ondan hali ya da ari (ilgisiz) olduğuna inansa, dolayısıyla,halktan nelerden ne oranda hali ya da uzak kaldığı orana göre, Hakka marifeti kaçırır.”



Ben de derim ki, yüce Allah’ın eşyadan diledikleri olur, dolayısıyla dileyen sapar, dileyen de hidayete erer. Çünkü şeytanî tuzakların sonu gelmez. Nitekim esmanın (isimlerin) celallığı da bunu gerektirmektedir.



Ondördüncüsü: Yine Hz. Nuh (a.s.) ile ilgili bölümdeki yer alan şu ifadesi: “Onlar Allah ile ilim denizinde boğuldular, orada Allah’dan başkaca ensar yani yardımcılar bulamadılar. (252) Böylece Allah onların ensarı yani yardımcıları oldu. Onda helak oldular. Yani Allah’da ebediyete dek yok oldular. Eğer (Allah) onları sahile yani tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu derecelerinden kesinlikle indirirdi.”



Kuşkusuz dünya marifet, bilgi ve tanıma yurdudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Her kim bu dünyada kör ise, o ahirette de kördür.” (253)



Kafirlerin hataları nedeniyle suda boğulup, ateşte yanmalarıyla yeis halinde ve umutsuzluk anında kesin iman ve ikan (şüpheye yer vermeyen kabul) meydana gelmiş oldu. Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer dünyaya geri gönderilselerdi, men olundukları küfre tekrar dönerlerdi.” (254)



İşte bu: “Eğer onları tabiat sahiline çıkarsaydı, onları kesinlikle bu yüksek dereceden indirirdi” cümlesinin manasıdır. Ancak böyle bir durumu “yüksek derece” olarak değerlendirmesi, kuşkusuz çok şeni ve iğrenç bir ibare ve ifadedir. Oldukça aşağılık bir işarettir. Tevilci diyor ki, aslında fıtratları ve cibilliyetleri açısından Nuh kavmi, eşyanın hakikatını biliyorlardı. Öteki yer ve gök parçaları (cüzleri) gibi teşbihte bulunduklarını da biliyorlardı. Fakat bütün bunları bilmeksizin, gayri şuurî olarak biliyorlardı. Bunu da cesedî yani vücudî taalluk ile, heyulanî irtibat açısından bilmekteydiler. Çünkü bu ikisi, kendilerine düşünmeyi ve görmeyi engelliyordu, onları fıtrî olmaktan örtüyordu. Kuşkusuz bunlar boğulunca, tüm alakalar kesildi ve her türlü zorluklar ayrıldı. Böylece şuurları sebebiyle fıtrata dayalı ilimleri ve cibiliyete bağlı maarifi gerçekleştirmiş oldular. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Çünkü hiç hesap etmedikleri şeyler, Allah’tan karşılarına çıkmıştır.” (255) Yine: “Biz, senin gözünden perdeni açtık. Bugün artık gözün keskindir.” (256)



İfade olarak ve hal yönünden bu derece kalbi kararmış olarak bir durum sergilemekten Allah’a sığınırız. Gelecekte de böyle bir durumdan Allah’a sığınırız.



Ayrıca görmektesin ki, “Kadî İyad’ın “Şifa” adlı eserinde yer alan ibare şöyledir: “Kitabın nassını, asıl varid olduğu muhkem manasının dışında bir manaya hamletmek durumunda olan kimselerin küfründe icma bulunmaktadır. Şarih Dulci böyle yorumlamaktadır. Meselâ kimi tasavvuf erbabının Hz. Nuh (a.s.)’ın kavminin: “Hataları nedeniyle boğludular ve cehenneme sokuldular” tarzındaki ayet hükmünü, “Onlar sevgi ve muhabbete boğuldular ve bunun ateşinde ebedi kaldılar” diye yorumlamaları gibi. İşte bunların bu türden hezeyanları oldukça fazladır. Onların bu türden hezeyanlarını, onları zemme ve yermeye neden olduğu için, bunu medhe ve övgüye dönüştürüyorlar. “Kuşkusuz, marifet övgüye değer bir niteliktir, aksine bu, muhabbet için gereklidir.



Onbeşincisi: Hz. İbrahim (a.s.) bölümünde ki şu ifadesidir: “O (Allah) bana hamd eder, ben ona hamd ederim, O, bana kulluk eder, ben de ona kulluk ederim (O bana ibadet eder, ben de ona ibadet ederim.)”



Bu cümlelerden ilkinin manası bellidir. Çünkü “Hamdetmek” demek, övgü ve sena anlamını taşır. Dolayısıyla yüce Allah dilediği kullarını över, sena eder. Ancak ikinci cümleye gelince yani kulluk ve ibadet noktasına gelince, bunun görünürde akla ilk getirdiği şey, açıkca küfürdür. Nitekim bunun böyle olduğu safa ehlince, yani meselenin inceliğini bilenlerince pek de gizli kalan bir şey değildir.



Ancak tevilcinin sözüne gelince, diyor ki: “İbadet, sözlükte, inkiyad, boyun eğmek ve itaat etmek anlamınadır. Her şeyden münezzeh olan Allah da kulunun duasına, çağrısına icabet eder, tıpkı itaat eden kimsenin, kendisine itaat olunan varlığın emrine boyun eğmesi gibi. Ebu Talib de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e demiştir ki: “Ey Muhammed! Rabbinin sana itaati ne kadardır.” Hz. Peygamber (s.a.v.) de kendisine: “Sen, ey amcacığım, eğer ona itaat edersen, o da sana tiaat eder” buyurmuştur.” (257)



Kuşkusuz burada yer alan: “Eğer sen ona ibadet edersen, o da sana ibadet eder” ifadesi şeriat açısından küfürdür. Bu itibarla bunun sözlük manasına bakılmaz, örfteki manası da değerlendirilmez. Çünkü şeriat açısından küfür olan bir şeyin sözlük ve örfteki anlamı geçersizdir. Aynı şekilde bu kişinin, bunu, yani mukabeleyi müşakele (şekil açısından benzeme) olarak değerlendirmesi kabul edilemez. Kaldı ki mukabele (karşılaştırma) olsa olsa ancak son cümlede olabilir. Yani meanî, beyan ilimlerinde meseleyi açıkladıkları tarzda olabilir. O halde zahiri (görünür hali), sonunda bir tevile ihtiyaç duyması nedeniyle bu küfürde ne türden bir lezzet var ki, hangi en gel ona şöyle dedirtiyor ki: “O bana icabet eder, ben de ona icabet ederim.” Kısaca adamın tevili, kaza ve hüküm açısından doğrudur, bazan da dini açıdan ceza görür.



Onaltıncısı: Yine Hûd (a.s.) ile ilgili bölümdeki sözüdür. Burada diyor ki: “Aslında bizim varlığımız (vücudumuz) Hakkın gıdasıdır, O da bizim gıdamızdır.”



Kuşkusuz gıda, yenen şeylerden kişinin varlığını sürdürmesine yarayan ve buna neden olan şeydir. Yüce Allah, böyle bir durumdan münezzehtir. Çünkü O, şöyle buyurmaktadır: “O yedirendir, fakat yedirilmeyen.” (258)



Oysa tevilcinin sözüne gelince, diyor ki: “Doğrusu, Hakkın bekası, varlığı mademki, halkın bekasının varlığına bir sebeptir. Kuşkusuz O, bizim gıdamızdır. Mademki halikiyyet ‘haliklik, yaratıcılık’, razıkıyyet (rızık vericilik) ve diğer fiilî isimler (esmai efal)’ın subutu ya da varlığı, mahluksuz (yaratılmış olmaksızın) ve merzuksuz (rızık verilenler olmaksızın) ve bu ikisi gibi şeyler olmaksızın, ne takdiri anlamda ve ne de vücud anlamında düşünülemezdir. Kuşkusuz bizler, esmanın (isimlerin) varlığının sebepleri ve bakısıyızdır. O halde buna göre bizler, fiillerinin ve isimlerinin sübutu açısından O’nun gıdalarıyız” görüşü, batıl bir mezheptir, görüştür, geçersiz bir meşreptir. Yani bir anlık küfrü gündeme getirmesek de bu böyledir. Sadece bu lafzın mutlak anlamı itibariyle yine böyledir. Kısaca yüce Rabbe karşı bu şeni lafzı mutlak anlamda ele alsak yine batıl ve yine geçersizdir. Öyleki yüce Allah’ın vasıfları tevkıfîdir. Çünkü bayraktar İslâm alimlerince, büyük meşayihe ve İslâmî taifelere göre, itimada değer itikad ya da inanç, yüce Allah henüz yaratıklar olmadan, onları yaratmazdan ve onlara rızık vermezden önce de halik (yaratıcı), razık (rızık veren) idi. Gerçi bu, Maturidiye mezhebiyle Eşari mezhebi arasında farklı görüşle ele alınmaktaysa da durum böyledir. Çünkü Maturidiye mezhebine mensup olanlar, “Tekvin” sıfatını “Kadîm” olarak değerlendirirken, Eş’arîler ise, bunu müteallakı itibariyle “Hadis” olarak kabul etmektedir. Eşariler bunu, kudret sıfatının içinde değerlendirmektedirler, irade sıfatı içinde kabul etmektedirler. Maturidiye ise, “Mütaallakın hadisliği, mutaallıkın zati olmasını gerektirmez. Nitekim bu, hem ilim yönünden ve hem de malum (bilinen) açısından böyledir” diyorlar. Cevaba cevapla karşılık vermek, bir bakıma meseleyi kesinlikle böyle olduğunu ortaya koymak ve kesin çözümün, son sözün b u olduğunu ortaya koymaktır.



Eşariler ise şöyle diyorlar: “Halkın (yaratılanın) ve rızkın varlığı, takdiridir.”



Maturidîler ise: “Her ikisinin de varlığı takdiri değil, hakikidir” diyorlar. Buradaki tartışma sadece sözde ve laftadır, denmiştir. Tevilcinin: Fiilî isimleri, mahluksuz, merzuksuz olarak ne takdiri, ne de vücud bakımından sübutu düşünülemez” sözü, açıkca küfürdür. Bunun sahih ve doğru bir tevili de yoktur. Özellikle de sözü “Takdiri olarak da” ifadesini içerdiği için, bu da esmanın sübutuna racidir. Yani takdiri anlamda da yoktur, demektir.



Onyedincisi: Yine Hud (a.s.) bölümündeki şu ifadesidir: “Özellikle, seni hususî (özel anlamda) bir şeyle kayıtlanmanı, başkalarını da inkarını (başka şeyleri reddetmeni) istemem, bu noktada seni uyarırım. Çünkü bir çok hayırları böylece kaçırırsın, hatta üzerinde olunan şeyi bilme noktasında ki şeyleri kaçırırsın.” Sonra yine der ki: “İnanılan tüm suretler ya da şekiller için bir heyula (ilk madde, ilk varsayım) ol. Çünkü yüce Allah’ı herhangi bir akid ya da düğüm hasredemez, içine alamaz. O, bütün bunlardan daha yüce ve geniştir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Ne tarafa yönelirseniz yönelin, Allah’ın vechi (yüzü) oradadır.” (259) Zikredilen nereden olursa olsun, orada “Allah’ın vechinin” olduğu zikredilmiş olur. Çünkü bir şeyin vechi ya da yüzü demek, bizzat o şeyin hakikatı ya da kendisi demektir.”



Burada küfrü açıkça ortadadır. Çünkü bundan şu anlaşılmaktadır. Birbirleriyle telif edilmiş taifeler arasındaki farklı inançların tümü haktır. Tüm itikadlarının hepsi ve tamamı da doğrudur. İşte bu, zındıkların mezhebidir, ibahiyyenin, mülhidlerin ve vahdeti vücutcuların görüşüdür.



Diğertaraftan tevilci, bu sözü tevil etmekten aciz kalınca, kendisine ve şeyhine ait yanlış bir temele dayanarak, meramını tavzih yani açıklama yoluna girmiştir. İşte böyle bir konumda diyor ki: “Mademki münezzeh olan Allah eserlerin, haricî (dışsal) mahiyetlerin mebdei (ilk kaynağı)’dır, tıpkı bunun gibi o, zihinsel eserlerin ve mahiyetlerin de mebdeidir. Tıpkı mebdeiyyet yönünden nasıl ki haricî (dışsal) mahiyetlere yakındır, aynı şekilde, zihinsel eserlerin ve hükümlerin mebdei olması cihetiyle, zihine yakındır. Böylece O, zihinsel varlıklar (mevcudat)’la birlikte, hiç bir fark olmaksızın, haricî mevcudatla birlikte olmak gibidir.”



Kuşkusuz sözkonusu “Birliktelik, beraberlik”, satılarak geçmiş bulunan gerçekleri tashihe yaramaz. Hele hele bir de “Maiyyet, beraberlik”le burada bizzat aynîlik murad olunmaktaysa. Nitekim bunu hem kendisi ve hem şeyhi o aşağılık makamlarında açıkça söylemektedirler. Böylece görülmektedir ki, söylenmiş olan söz, küfür türünden olan sözlerdir. Meramının sonunda, sözlerinden çıkan sonuç, “Sübhan olan Allah, satırlara geçmiş bulunan inanç dışında düşünülemez. Aksi takdirde, O, sadece bir inançla mahsur bırakılmış, diğerleri dışlanmış olur.”



İşte bu, adamın küfrünün son odak noktasını oluşturmaktadır, amacını ortaya koymuş bulunmaktadır. Çünkü iman ile küfrü itikad ya da inanç açısından eşit görmekte ve aynı kefeye koymaktadır. Aynı şekilde, diğer taraftan birbirleriyle zıt ya da karşıt olan şeyleri de, itimada dayalı şeyler olarak tasavvurunu farklı şekillerde sergileyerek değiştirmektedir.



Onsekizincisi: Hz. Şuayb (a.s.) bölümünde yer alan sözleridir. “Bir şahsa ait olarak inanılan ilah, başka bir ilah olarak inanılması durumunda, beriki ötekisine inanıyor değildir. İtikad ya da inanç sahibi, ondan eksikliği önlerken, ona yardım ediyor, o ise ona yardım etmiyor. İşte bu bakımdan, tartışılan inanç ya da itikad bakımından onun için bir eser ya da tesir yoktur. Aynı şekilde bu tartışılan açısından, inandığı ya da itikad ettiği bir ilahtan ona bir yardım yoktur. Böylece onlar için yardımcılar olmayacaktır.”



Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili bölümde ise diyor ki: “İnanan kimse, inandığı şeyi över, sena eder, ona bağlanır. Kendisine inanılan ilaha yapılan övgü, aslında bizzat kişinin kendisine övgüsüdür. Bu bakımdan o kimse başkasının inancını ya da inandığını kötülemektedir. Eğer insaflı bir şekilde düşünebilseydi, böyle bir şeyi yapmazdı. Ancak bu kimse, Hak konusundaki inancı ya da itikadı açısından başkasına itirazı sebebiyle cahildir. Eğer Cüneyd’in: “Suyun rengi kabının rengidir” sözü anlaşılmış olsaydı, dolayısıyla her farklı inanç sahibinin inancı sağlıklı olurdu ve Allah’ı her ne suretle bilip tanıdıysa, öylece tanırdı. Çünkü bu kimse zanna dayanarak hareket etmektedir, ilme dayanarak değil. Nitekim Hak Teâlâ: “Ben kulumun beni sandığı gibiyim” buyurmuştur. Yani, ben ancak onun itikadı gibi görünürüm. Dilerse bunu mutlak anlamda değerlendirir, dilerse, bazı kayıtlarla bağlı kılar. Oysa bazı kayıtlarla bağlı kılınan ilah, sınırlıdır, sadece gönüle sığar. Halbuki mutlak manada düşünülen ilahı hiçbir şey ihata edemez. Çünkü O, tüm eşyanın kendisidir, zatının kendisidir. Bu itibarla bir tek şeyde: “O, onu ihata eder ya da onu ihata edemez” denilemez.”



Kuşkusuz burada şeriat açısından içerdiği inkarlar ve fer’î anlamda küfrü gerektiren şeyler oldukça çok bulunmaktadır. Çünkü bu, “Tevhid”i iptal etmekte ve temcidi (azameti) ortadan kaldırmaktadır. Allah’ın ve Rasûlü’nün kelamını doğru olması gereken yerden değiştirmektedir, teyidiönlemektedir. Çünkü: “Ben kulumun beni zannettiği gibiyim.” (260) Kudsî hadisi, uluhiyet inancı açısından anlam ifade ediyor değildir. Çünkü inançla ilgili konularda asla zan, Hakkın yerini tutamaz. Ancak bunun anlamı şu demektir: “Korku ve umut anında kul, Rabbini nasıl sanır ve inanırsa, işte öylece karşılığını görür” demektir. Kaldı ki korku ve umut her ikisi de kulluk sıfatının birer gereğidirler. Dolayısıyla bu sayede Allah’a itaatı yerine getirecek, ona karşı gelmekten de korkacak demektir. Yoksa herhangi bir amacı olmaksızın soyut anlamdaki bir temenni geçerli değildir. Böyle bir şey bir bakıma gurur ve aldanmadır, bunun sonucunda surur denen sevinç olmaz. Ancak: “Kalb, Rabbin evidir” (261) nebevî hadisiyle, aşağıdaki kudsî hadise gelince: “Orada ne yarattığım yeryüzü, ne de gökyüzü beni ihata edemez, ancak beni mü’min kimsenin kalbi kuşatır.” (262) Bu her ikisinde de şu ayetin içeriğine bir ima ve işaret bulunmaktadır: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk.” (263)



Bunun asıl ve gerçek açıklamasına gelecek olursak, burada onu uzun uzun ele alma imkanı yoktur. Bir müslüman da kalkıp: “Rabbin kalbe nüzul ettiğini ve kalbi ihata ettiğini” söyleyemez. Bunu ancak hulul inancına sahip olanlar ve vahdeti vücutcular söyleyebilirler. Ancak şu farkla ki öncekiler (hululcular) meseleyi tahsis ediyorlar, genelleştirmiyorlar.



Diğer taraftan tevilci, yaptığı yorumda ve tashihinde acze düşünce, bu defa sözünü açıklamaya ve tavzihe başladı, meramına şunu ekledi ve açıkça dedi ki, akıllı kimselerden taklit ashabı dediler ki: “Münezzeh olan hakkı, onların anlayışları ve ilimlerinin idraki, kapasitesi nisbetinde düşünün. Onlar da, zihinlerinde bir sûret (şekil) düşündüler ve onu tüm eksik sandıkları şeylerden münezzeh gördüler. Kendilerince eksik gördüklerinden münezzeh gördüler. Yine, kendilerince kemal olarak gördükleri her bir nitelikle nitelediler. Gerçekte ise bu suret, yapaydır, sonradan icad edilmiştir, ortaya konmuştur. Bu, onların anlayışları ve idrakleri sebebiyledir. Eğer İslâmî fırkaların inançlarına bakar ve sen yahudilerin, hıristiyanların, ateşperestlerin, puta tapanların, sabienin inançlarını bir düşünsen, temel konusunda bu mananın gerçekliği sana görünüverir. Çünkü bütün bunlardan her biri kendi kabiliyetleri ve arayışları içinde Hakkı en güzel biçimde düşündüler, onu böylece korudular ve buna devam ettiler. Dolayısıyla kendi inançlarından eksikliği kaldırırken, övgüyü getirip yerine koydular, başkalarının inançlarını inkar ederek, kötülemeye gittiler. Nitekim “Oysa, işte ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri, bu ihtilaftan istisna teşkil ederler.” (264)



İşte bu kimseler peygamberler, alimlerden rusuh sahibi olan velilerdir. Çünkü bunların katında bilinen bir suret düşünülmediği gibi, yine bunlara göre hususî bir hakikat da yoktur. Aksine bunlar vahiy yoluyla, peygamberlere vahyedilen ve ilham yoluyla da velilere gelene tabi oldular.” (265)



Doğrusu bu, öyle bir hak sözdür ki, bununla batıl kasdolunmak isteniyor. Nitekim kamil ve olgun akıl sahibi kişi bu gerçeği anlar. Çünkü şeyhinin muradı, daha önce de oldukça çokça geçtiği gibi, Hak, halkın aynıdır, olmaktadır. Aynı şekilde her inanç sahibi, hakkın zuhuru açısından doğrudur. Çünkü o her şeyle beraberdir, aksine O, onların aynısıdır. İnançların farklı farklı oluşu ise, kabiliyetlerin durumuna göre ortaya çıkan şeylerin farklılığı sebebiyledir. Bu tıpkı, güneş ışınlarının aynalarda, görüntü veren şeylerde farklı olarak aksetmesine benzer bir şeydir. İşte bu, tıpkı, Cüneyd Bağdadî’ye nisbet ettiği söze nisbetle, inancını ona dayandırarak kurmaya benzemektedir. Çünkü Cüneyd’: “Suyun rengi, içinde bulunduğu kalbin rengidir” diyordu.



İşin gerçek yüzü, Cüneyd’in sözünün manası, eğer bu sözün ondan rivayeti doğru ise (266) tıpkı: “Her sırça içindekini dışa sızdırır” sözü gibidir. Yani herkes kendi heva ve karakterine uygun, inancıyla uyuşan, şeriatına uygun geleni alır, yoksa, ona ters düşeni alır demek değildir. Nitekim farklı cemaatleri görmez misin, bir yerde toplanınca, içlerinde âlim ilminin eserini, asil olan soyluluğunu, iyi ve güzel huylu olan da bunu ortaya koyar. Zikreden de kime vurgunsa onu anar, arif de marufunu tanır. İşte tüm faziletler ve güzel huylar erbabı kendi durumlarını sergilerler. Dünyayı arayan, dünya ile, fasık da gönlünün arzusuyla ilgili şeyleri gündeme getirir. Kısaca: “Her grup kendi yanındakiyle mutludur.” (267) Herkes mezhebini ve meşrebini bilir, tanır. “Her kabile su içeceği yeri öğrenmiştir.” ( 268)



Ondokuzuncusu: Yine yazarın Hz. Şuayb (a.s.) ile ilgili bölümündeki ifadesidir. Burada diyor ki: “Aslında alem, arazlar mecmuasıdır, toplamıdır. Her an madum yani yok olmaktadır ve var olmaktadır (mevcuttur). Nitekim Eş’arîler de böyle demektedirler, başkaları da aynı görüşü söylemektedirler. Bu, arazlarla ilgilidir, yoksa cisimlerle değil.”



Ben diyorum ki, işin bu kadarıyla, söylenenler açısından hakkında konuşulması gereken, bir şey yoktur. Çünkü buna herhangi bir hüküm terettüb etmemektedir. Ancak o, küfrü gerektirecek bir şeyi buna fer’î olarak yani teferruat türünden eklemektedir ve demektedir ki: “Mükellef her an, başkası olmaktadır, dolayısıyla ukbada yani kıyamette de, dünyada var olduğunun aksi bir başkası olarak haşrolacaktır. Bu itibarla azab ya da sevap itaatkar ve isyanlar olanlar için sözkonusu değildir.”



Burada küfrün gerektiği kuşku götürmemektedir. Tevilci ise, itirazı defetmeye iltifat etmemekte, bunu önlemeye çaba göstermemektedir. Aksine tevilci, şunu açıklamaktadır, cisimler de arazlar gibidir, demektedir. Çünkü diyor ki: “Aslında münezzeh olan Allah, kıyamında zatiyle kaim olandır. Mevzuatından (vazettiklerinden) hiçbir şeye muhtaç değildir. Fakat rusum ehlinin “Cevhre” diye adlandırdıkları ve kendi başına kaimdir, dedikleri şey, bu inancı taşıyanlarca mevcut değildir. Aksine bu, mevhum bir şeydir ve olmayan bir şeydir, yani madumdur. Çünkü alem baştan sona arazdır, kendi başına kaim değildir, kendi içinde kendi başına buyruk değildir.”



Ben de derim ki, alimlerin, hükemanın ve büyük meşayihin değer verip kabul ettikleri görüş çok daha yerindedir, evladır. Çünkü onlar, cevherlerle arazları öylesine bir ayırıma tabi tutmuşlardır ki, buna herhangi bir itiraz sözkonusu olmamaktadır. Onlar şu noktada icma etmektedirler. “Hakk bizzat kendi zatıyla kaimdir.” Bunun böyle olması, cevherin kendi nefsiyle kaim olmasına münafi ya da aykırı değildir. Çünkü bu, o yani cevher, kendi yerinde sabittir manasınadır. Bu bakımdan demişlerdir ki, Kayyum’un manası: “Kendi başına kaim ve başkasını ayakta tutandır.”



Aşağıdaki geleacek ayette de görüleceği gibi, bunun her an madum olduğu, yok olduğunun doğruluğu, sıhhati var sayılsa, ayette şöyle deniyor: “O da hergün bir iştedir.” (269) Yani diriltir ve öldürür. Bu, bir şeyi icad eder, yaratır ve bir şeyi ifna eder, yok eder manasınadır.” Biz de buna göre deriz ki, madum (yok) olur, varlığa dönüşür, mevcuda münkalib olur. İşte bu tüm hallerde ve her zaman böyledir. Nitekim Celal sıfatlarının zuhuru da bunu gerektirir. Aynı şekilde Cemal niteliklerinin zuhuru da bunu gerektirir, hem de ebedler ebedi ve sürekli olarak. Hem de bu, kemal şekliyle devam edecektir. İşte bu manaya göre, temelde buna bir fesad terettüp etmez. Tıpkı cisimlerin azalarının iadesi gibi nasıl oluyorsa, bu, ruhların eczasında da yani parçalarında da böyledir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:



“Derileri pişip döküldükçe, azabı iyice tadmaları için, onları başka derilerle değiştireceğiz.” (270)



Dolayısıyla sevap ve cezalandırma makamında isyankar ile itaatkar ihtilaf etmeyecektir. İşte sözün özü budur, en iyisini bilen de yüce Allah’tır.



Yirmincisi: Yine yazarın Hz. Uzeyir (a.s.) bölümündeki ifadesi. Burada diyor ki: “Rasul (s.a.v.)’un veliliği, nebiliğinden daha değerlidir, efdaldir.” Bu gerçi bir küfür, bir fasıklık, bir bid’at değildir. Bilindiği gibi bu, sofiyyenin üzerinde ihtilafa düştükleri bir meseledir. Onların ortaya koydukları bir asıldır. Deniliyor ki, Rasûlün veliliği, onun risaletinden efdaldir. Çünkü rasûlün  üzerinde tartışılan velayeti, nübüvveti yani peygamberliği dönemindeki veliliğidir. Fakat peygamberin, nübüvvetten önceki velayeti konusuna gelince, bunun için, bu, onun nübüvvetinden efdaldir, denilemez. Çünkü bu kuşkusuz küfrü gerektirir. Çünkü veli peygamberden efdal olamaz. Nitekim bu mesele yerinde gereğince anlatılmıştı ve kim, veli, peygamberden efdaldir derse kafir olur, denmiştir.



Şimdi söz artık, peygamberliğiyle birlikteki velilik meselesine ve hangisinin daha faziletli olduğu noktasına gelmiş bulunuyor. Varsa böyle bir şey hangi nisbetle böyledir? Bunun üzerinde konuşulmak gerekiyor. Kimileri derler ki, peygamberlerin velayeti efdaldir. Çünktü, bu noktada hakka teveccühü, yönelmesi sözkonusudur. Oysa risaleti böyle değildir. Risalet, onun haletinde halka yöneliktir. İşte bu türden bir açıklama, fazilet noktasındaki cihetledir, bunda tahsil erbabınca herhangi bir beis yoktur. (271)



Ancak bundan şöyle bir sonuç çıkar, vahyi halka tebliğ etmekle görevli bulunmayan bir peygamber, böyle bir durumda, kendisine gelen vahyi halka tebliğ etmekle yükümlü bulunan peygamberden çok daha üstün ve mükemmel olması gerekir. Bu, tamamen icmaa aykırıdır. Ancak dense dense belki şöyle denebilir. Buradan maksad, var olan iki nisbetin efdaliyyeti, peygamberde bunun varlığı, ancak infirad yoluyladır. Tek olması itibariyledir. Çünkü Cemul Cem’in (bütün makamları kendinden toplayan) mertebesi, tüm kullar katında daha mükemmeldir. Bu bakımdan bir takım alimler şöyle demişlerdir: “Bizim peygamberimizin risalet makamı, onun velayet makamından daha efdaldir.”



Ancak tevilci bunu buraya sokuşturdu ve bunu müşkil, zor çözümlenebilen söz kabilinden gördü. Böylece avamı yani sıradan halkı vehme düşürsün ve bunun dışındaki itirazların da bu türden tevillerinin olabileceğinin ortamını oluşturmaktır, bu türden itirazların da değişik ihtimallere göre yorumlanabilirliğini gündeme getirmek istemektedir. Evet, bir takım kimseler demişlerdir ki, peygamberliğin nihayeti (sonu), veliliğin bidayeti, başlangıcıdır. Bu, görünür itibariyle küfürdür. (272) Ancak bunun güzel bir tevili ve iyi kabul gören bir tevcihi vardır. Bu da şudur:



“Velinin veli olabilmesi için mutlaka, peygamberin başta ve sonda yani evvel ve ahir, açık ve gizli (zahir ve batın) ne getirdiyse, bunların tümüyle amel etmesi durumunda, kesin veli olabilir.”



Yirmibirincisi: Yine yazarın (şeyhin) Hz. İsa (a.s.) ile ilgili bölümde yer alan ifadesidir. Çünkü Hz. İsa, ölüleri diriltince, kimileri Hakkın ona hulul ettiğini söylediler, kimisi de o, Allah’tır dediler ve böylece küfre girmiş oldular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, Meryemoğlu Mesih (İsa) olduğunu söyleyenler, kesinlikle küfre girmişlerdir.” (273)



Böylece sözün (kelamın) tamamında küfürle hatayı cemetmiş, bir araya getirmiş oldular. Çünkü onlar “Allah” demekle sadece küfre girmiş olmadılar. Küfürleri sadece bu söz değildir. Çünkü bu söz tek olarak ele alındığında Hakk’tır, küfür değildir. Yine bunların sadece: “O Meryemoğlu mesihtir” sözleri de küfür değildir. Çünkü bilindiği gibi, Hz. İsa Mesih kesinlikle Meryem’in oğludur. Fakat küfre girmeleri sadece her iki sözü beraberce söylemelerinden küfre girdiler.”



Kuşkusuz bu söz gibilerin, en aşağısından avam üzerindeki inhilali bellidir. Çünkü herhangi bir kimse: “Doğrusu Zeyd İlah’tır” derse, sözünün iki cüzünden biri sebebiyle kafir olur diyemez. Aksine, bu iki sözü birlikte söylemekle, yani bu ikisinin terkibiyle, meramına uygun olarak söylemesi durumunda kafir olur. Kaldı ki her bir cüz, kelam adını değil, kavil (söz) adını alır. Nitekim bu, mahallinde gerçekleşmişti. Bununla birlikte onun sözüne göre, itiraz küfre taalluk etmez.



Ancak tevilcinin anlattığına göre, Kayserî, Cündî ve Camî gibi Füsus kitabını şerhedenlerin ittifaklarına göre, şeyhin buradaki sözünden muradı, bu sözle onlar (Hıristiyanlar), Hakkı Hz. İsa (a.s.)’ya hasretmekle kafir oldular. Oysaki yüce Allah herhangi bir şekilde hasr altına alınamaz (mahsur değildir). Aksine O münezzeh olan Allah, tüm alemde tecelli etmiştir.”



Hiç kuşkusuz bu ifade, yüce Allah’ın kelamıyla açıkça muaraza durumundadır, çelişkilidir. Aynı zamanda, şanı yüce olan Allah’ın meramına karşı da çirkin bir çelişkidir. Ancak alemin ferdlerinde tecelli etme meselesine gelince, bu, gayet açık olan bir gerçektir. Bu husus Ademoğlu’ndan hiç bir kimseye de gizli kalan bir şey değildir. Aksine bunun daha önce geçen şeylerle de bir irtibatı ya da bağlantısı yoktur. Küfür onlara racidir. Öyleki onlar şeyhlerinin sözünü anlamadılar ve onu batıl olan bir şeye yorumladılar ve sandılar ki bu onlara göre haktır.



Gerçi bunlar görünürde alimlerden gibi gözükseler de, burada içine düşecekleri yanılgıya, hataya düşmüşlerdir. Çünkü binadaki temelleri bozuktur. Nitekim şöyle bir gerçek vardır; hadiste şöyle demiştir: “Senin bir şeyi sevmen, (seni) kör ve sağır kılar.” (274) Nitekim: “Her sırça içindekini dışa sızdırır” denmiştir. Burada bir uyarı bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah dilediklerini saptırır, dilediklerini de hidayette kılar. Dolayısıyla bunların dalaleti ya da sapıklıkları, sefih ve bunaklardan oluşan bir topluluğun dalaleti sebebiyledir. Biz tüm bu sözleri, tevilcinin nakline dayanarak söyledik. Belki de tevilci, şeyhinin sözlerinden açıkça batılı gösterenleri yazmamış, kesmiş olabilir. Nitekim şu sözüyle işaret etmektedir ki: “Gerçek şu ki, Allah, Meryemoğlu Mesih’tir” ibaresi hasr ifade etmektedir. Çünkü şeyhin sözü buna işaret etmektedir, öyleki, kelamın mecmuu, sözün bütünü küfürdür.”



Kuşkusuz böylesi bir temel, manayı bozmaktadır. Çünkü bunun ifadesinde, meramından yapılan nakle göre bunun bozukluğu ortadadır. Diğer taraftan, açıkça bunun batıllığını gösteren bu, sonuçsuz prensip, bozuk menşe ortadadır. Meselâ bir kimse kalkıp: “Muhammed, bizzat Allah’ın kendisidir” dese, kuşkusuz bu kimse icma ile küfre girmiş olur. Ancak İbn Arabî’nin mezhebinin ve Fususu şerh edenlerin mezhebinin hilafına, onlar gibi düşünenlerin de hilafına. Çünkü bunlar, “Adlin kemalini gösteren ve Hıristiyan taifelerinin ihtilafları bakımından uyaran fasl (munfasıl) zamirini ayıramadılar.” Öyleki kimileri, “Allah, üçün üçüncüsüdür” derken, kimisi de: “Allah, Meryemoğlu Mesihtir, sadece odur” dediler. Yani üçü söz konusu etmeksizin sadece odur, dediler. Böylece yüce Allah, tıpkı ziyade yani ilave gibi hasrın da küfür olduğunu açıkladı. Yani ilahların sayısında, üç ile kayıtlanmasında gerçeği açıkladı. Çünkü bu, hıristiyanlarca söylenen bir ifadedir.



Bir de “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre girmişlerdir. Yüce Allah’ın: “Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O’dur.” (275) kavline gelince, bu imanla ilgilidir. Dolayısıyla onları red etmektedir. Çünkü iki ayet arasında ne ibare ve ne de işaret yönünden bir ilgi ve alaka yoktur. Kaldı ki gizlilikte ve başka hallerde ilahın, yüce mevlanın birlikteliği icma ile sabit olan bir gerçektir. Bunda herhangi bir tartışma da yoktur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:



“Nerede olursanız O (Allah) sizinledir.” (276) Burada bir sayıdan sözedilmesinin bir anlamı yoktur. Kaldı ki yüce Allah bu manayı genelleştiriyor. Öyleki bu mananın içine, üçüncüleri de girmektedir. Nitekim şöyle devam ediyor ayet: “... İster bundan daha az, ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, O, onlarla beraberdir.” (277) Buradaki maiyyet yani beraberlik, mutlak manada imanla ilgilidir, yoksa ilahlıkta ortaklık manasında bir müşareket değildir. Çünkü ilahlıkta müşareket yani ortaklık küfürdür, nankörlüktür. Bunda çok ya da az birdir, hatta iki anlamındaki bir müşareket de böyledir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:



“İki ilah edinmeyin. O, sadece bir tek ilahtır.” (278)



Kısacası, asıl amaç, müridin tevhidi tarifi budur, bununla müridlik makamını elde etmek ister, oysa yüce Allah dilediğini işler ve murad ettiğini de hükmeder.



Bir de tevilcinin: “Münezzeh olan Allah, tüm eserlerin mebdeidir” sözü ile bu açıdan tüm eşya ile birlikte bir yakınlık (mukarenet) ve beraberlik nisbeti sözkonusu bulunmaktadır. Dolayısıyla O, maiyyet (yani beraberlik, birliktelik açısından tüm eşyanın aynısıdır, kendisidir. Dolayısıyla bunun Hz. İsa ile hasredilmesi, takyidi yani kayıtlanmayı gerektirmektedir. Çünkü bu bir yalandır, batıl olduğu da ortadadır. Kaldı ki: “Nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (279) ayetiyle sabit olan maiyyet yani beraberlik, hissî anlamda, yani duyularla anlaşılan manada bir mukarenet ve mukarebet yani yakınlık değildir. Aksine bu, bilmekle (ilimle) ve yardımcı olmakla olan bir birlikteliktir. Yani bu türden manevî şeylerdeki bir beraberlik. Bununla birlikte, maiyyetten yani beraberlikten,