Ölümü Düşünerek Dirilmek

 



Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! Necip Fâzıl’ın dediği gibi; “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” Ölüm! Allah’ın bir “hikmet”i, bir “tecellî”si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi, ne zaman tecellî edeceği de bilinmez. “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!” Ölümsüzlüğü tatmak! İşte ölümün dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün ve bayram ilân eden, o heyecanla ölüm adlı sevgiliyi bekleyen canlı şehidlerin mesajı!  “O mübârek, aziz şehitler ki / Hepsi seçmişler en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için / Döğüşüp müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler / İsimsiz ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade bir şehid adına / Öyle çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah’ın katına!”



Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol veren geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte dünyanın buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir noktada gerçek varlığın bulunduğu bir “geçit” oluverir. Ölümsüz hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya yalan, ölüm yalansız! İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine ama, bilmez gibi yaşar.



Ölümden korkmak, her gün binlerce kez ölmek demek. Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret sananların çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez, “korkunun ecele faydası yoktur.”  “Ölümden korkusu olanlar ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür.”



Dünya bir han; konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur; o da zamanı, vakti geldimi durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı yoktur; dönüşü yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir; ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği, genci-yaşlıyı ayırmaz.



Nasıl bir ölüm isteriz? Madem ki ölüm var, ölümden kaçış yok; öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün şekli-şemalini seçme hak ve imkânımız var mı? Örneğin Ebû Türâb gibi, bir çöl ortasında, hiçbir şeye dayanmadan dimdik ayakta ölmeye ne dersiniz? Ya da Hz. Süleyman gibi cinlere Mescid-i Aksâ’yı inşâ ettirirken, çaktırmadan ölüvermek; ölüvermek ama dimdik; ölüvermek ama devrilmemek, sürünmemek! Halkın deyimiyle, “elden ayaktan düşmeden”, “Üç gün yatak; dördüncü gün toprak”, ama imanla, ama müslümanca, ama insanca ölmek! 



Ölüm, insan için güzel bir son ve aynı zamanda güzel bir başlangıç demek! Bir hayata “ved┠deyip, öte hayata “merhaba” demek! Onun için güzel bir olay! Ölüm, dünya hayatının muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Yeri göğü titretse de, varlığı dengede tutmaktadır ölüm. Ölüm, hayatın, varlığın, yaratılmışlığın dengesi ve güzelliği için vardır. Hayat, sınanma için verildiği gibi ölüm de aynı amaç için yaratılmıştır (67/Mülk, 2). İnsana düşen; ölüm korkusunu öldürmek, ölümün bir denge ve güzellik olduğuna inanmak ve hayat sınavında başarılı olmaktır. (7)



Beşerî bilim, insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin geldiğini bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir, fakat nereye gideceğini kestiremez. Bilim, olayın şeklinden bahseder, felsefe ise, sebebini açıklamaya çalışır. Ancak felsefenin de sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin de dışında kalır. O zaman söz “din”in olur/olmalıdır. Yüce Yaratıcımız, insan aklının idrakten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri vasıtasıyla öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen, felsefeyi âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve ancak bu sahada çözülebilir. Alex Carrel: “Ölümün esrârı karşısında insanın duyduğu endişeye imanın verdiği cevap, bilimin verdiği cevapla kıyaslanmayacak kadar tatminkârdır” diyor.    



Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ve ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul etmeyen insan, tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konudada da derinden yaşayacak, bu soruların ve ölümün her insan için ayrı mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır. Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın mânâsı da onu yaşayan kişilere göre değişmekte ve sahip olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak olan bir şey vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap verilemeyeceği gerçeğidir.



İnsanın yeri ve konumu gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu koca dünya, ona bir ev, hayvanlar ona bir hizmetçi, güneş onun ısınması için bir soba, ay ise aydınlanması için ona bir lâmba olarak yaratılmıştır. Bu yüzden insanın görevi de büyüktür. Vazifesi, kendini yaratanı tanıyıp O’nun emir ve izni dahilinde hareket etmesi şeklinde tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında yaşadığımızı ve dileyenin istediği yolu seçmekte serbest olduğunu da unutmamalıyız. Ancak, cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip ebediyyen yatamaz ve saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden hesaba çekilecek, mükâfat ve ceza için âhiret konakları olan Cennet ve Cehenneme gönderilecektir.



Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, her günde ortalama 300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta ölenlerin toplamı bu...  Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü bekleyenler, beklemeyenler, veya başkasına “vah vah”, kendisine ise “Allah gecinden versin” diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu. Kısacası hergün bir koca şehrin nüfusu kadar insan ölüyor. Bunlar arasında ölümü unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün onları unutmadığı bir gerçek. Evet ölüm, hiç umulmadık bir anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir damarı tıkıyor. Ya da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya otomobilini sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya çıkar. “Ölüm gelmiş cihâne, baş ağrısı bahâne!”  Mezarın yeri ve dış konforu nerede ve nasıl olursa olsun, âhiret, her yerden aynı uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüzbinlerce insan ölecek, bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya devam edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam edecek. Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe, dünya hayatı açısından ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm öldürülemeyecek.  Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette.



Ölümü unutmak, ondan kaçmak çare değil. En yakın ve candan bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret alamaz olmuşuz. Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü yıkayan haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden, mekanik bir şekilden ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı dışarı etmemişlerdi. Doğrusu pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis kazanmışlardı. Çünkü zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz olsun hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.



Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğu zaman 50 milyon demiş, bunu abartı gibi görenlere de; “ne yapalım, biz ölülerle dirilerimizi birbirinden ayrı düşünmüyoruz” cevabını vermişti. Aslında, bu bir şahsın değil; uzun bir devrin ve köklü bir düşüncenin eseriydi. Eski semtler, ölümle hayatı hâlâ beraber yaşıyor. İşte İstanbul’un Eyüp Sultan, Üsküdar, Karacaahmet ve Topkapı kabristanları ve diğerleri. Ölümle hayat içiçe. Ölmeden önce hayatımızın kıymetini bildiren birer ibret taşları, yoldaki işaretler olmuş kabirler.



Câmiler, minareler, kabristanlar, mezartaşları iki dünyayı ayıranın bir ses değil; bir nefes olduğunu haykırıyorlar. Bırakın ölüleri, yaşayanların bile dirilip döndüğü bir Eyüp kabristanı ile çevresini, bir de şimdiki mezarsız ve ezansız semtleri düşünün. Ölüm gerçeği konusunda ne değişti sanki? Ama, ölümü algılayış ve hatırlayış hususunda insanımız, yarına hazırlığı defterinden silgi izleri sırıtacak şekilde sildi veya defterini karaladı. Ölümü hatırlamayı modern çağın yüz karasıymış gibi düşünenler, kimseyi değil; sadece kendilerini aldatmışlardı. Belki asrımızda çok şey değişmiş olabilir, ama ölüm gerçeği değişmemiştir. Tam aksine, kazalar ve hastalıklar sayesinde âni göçüşler, hızlı yaşamaya ayak uydurarak sayı ve sürat kazanmıştır.



Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. Bu gün için elde olan ne? Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.  (8)