MUKATAA

Kesişmek, birbirinden kesilmek manâsına mastar bir kelime; devlete ait bir gelirin bir bedel karşılığında kiralanması, yâni geçici olarak temfiki (mülk olarak verilmesi) anlamında bir Fıkıh terimi. İkta'da bu manâya gelir. Çoğulu mukataattır.



Daha geniş bir tarifle mukataa (veya ıkta'); kökeninde, halifeler tarafından, hukukî durumuna göre değişen vergilerini ödemek şartı ile, kimsenin mülkiyetinde bulunmayan toprakların veya kesinleşmiş bir hazine gelirini sağladıktan sonra bir yere ait sadece vergilerin, yahut da sonradan ve bilhassa Selçuklulardan itibaren, belirli yerlere ait devlet gelirlerinin, halife tarafından hizmet ve maaşlarına karşılık olarak, kumandan, asker ve sivil şahıslara terk re tahsisi demektir.



Tariflerden anlaşıldığına göre mukataa, devlet başkanı tarafından arazinin işletilmek ve gereken mükellefiyeti yerine getirilmek üzere temlik edilmesidir.



Her ne kadar bazı kaynaklar İslâm'da mukataanın Hz. Ömer veya Hz. Osman döneminde başladığını yazıyorlarsa da, şartlarına uygun olarak ilk mukataa (ıkta) olayları Rasûlullah (s.a.s) zamanında gerçekleşmiştir. Bununla ilgili olarak kaynaklarda bir hayli örnek vardır:



"Rasûlullah (s.a.s), Vail'e, Hadramut'ta bir parça toprak vermiştir" (Ebû Dâvûd İmâra, 86; Tirmizî, Ahkâm, 39);



"Rasûlullah (s.a.s), Zübeyr'e, atının dört nal koşarak ulaştığı yere kadar ki toprağı verdi (ıkta etti). Zübeyr atını dört nala, duruncaya kadar sürdü. Sonunda kamçısını ileri fırlattı. Rasûlullah (s.a.s):



-Ona kamçısının yetiştiği yere kadar olan toprakları veriniz, buyurdu" (Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitabü'l-Emvâl, s. 348, not, 1);



"Rasûlullah (s.a.s), Hz. Ali'ye, Kays kuyusu ile Şecere denilen yeri verdi (Ikta etti)" (Yahya b. Âdem, Kitabü'l-Harâc, s. 74);



"Rasûlullah (s.a.s), Medine'nin yakınında olan Akik arazisini Bilâl b. Haris el-Müzeni'ye verdi" (Kitabü'l-Emvâl, 348);



"Rasûlullah (s.a.s)'in Bahreyn (şimdiki Emirlikler ve Katar) arazisini Ensâr'a ıkta etmek istediğini, ancak onlar, aynı miktar arazinin Muhacir kardeşlerine de verilmediği takdirde bunu almak istemediklerini bildirmişlerdir (Buhari, Müsâkat,14-15; Ahmed b. Hanbel, III, 111).



Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılıyor ki; aynen sonraki tatbikat gibi olmasa bile, toprak verme (mukataa) işinin kökeni, Rasûlullah (s.a.s)'in tatbikatına dayanır. Zaten hadis-i şeriflerde "verdi" manâsına (e'ata) kelimesi kullanıldığı gibi, (ıkta') tabiri de hassaten kullanılmaktadır. Yani mukataa (ıkta') o devirde terim olarak ta vardır.



Mukataa, Hulefayı Raşidîn devrinde gelişerek devam etti.



Nitekim, "Hz. Ebû Bekir (r.a) (Medine'nin üç mil kuzeyindeki) Curf'dan, (Medine'nin yakınındaki) Kanât'a kadar olan araziyi ıkta' etti" (Yahya h. Âdem, Kitâbü'l-Harâc, s.73);



"Hz. Ömer, Ebû Musâ'ya mektup yazarak, Ebû Abdullah'ın, atlarını yaymak için, Dicle kenarındaki bir araziyi istediğini bana binaen bu araziyi tetkik etmesini, şayet bu araziyi cizye alınan ve cizye suyuyla sulanan bir yer değilse, o araziyi ona vermesini istedi" (Yahya b. Âdem, Kitabü'l-Harâc, s. 73);



"Hz. Osman, Rasûlullah (s.a.s)'in ashabından beş kişiye; Zübeyr'e, Sa'd'a, İbni Mes'ud'a, Üsâme b. Zeyd'e ve Habbab b. Eret'e toprak verdi."



Hadisin ravisi Musa b. Talha diyor ki; "Bu beş kişiden İbni Mes'ud'la Habbab benim iki komşum idiler" (Kitabü'l-Emvâl, s. 353).



İmam Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc isimli eserinde yine Musa b. Talha'dan naklettiği rivayetinde bu beş kişiye mukataa olarak verilen arazilerin yerini şöyle belirtir:



"Osman b. Affân, Abdullah b. Mes'ûd'a en-Nehreyn'i, Ammâr b. Yâsir'e (Küfe köylerinden) İstinya'yı, Habbab'a Saneba (denilen kasaba)yı, Sa'd b. Mâlik'e Hürmüzân köyünü ikta olarak verdi. Bunların hepsi komşu idiler. Abdullah b. Mes'ud'la Sa'd b. Malik arazilerini üçte bir ve dörtte birle ortakçıya verirlerdi" (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harâc terc., s. 106).



Bütün bu haberlerden anlaşıldığına göre Rasûlüllah (s.a.s) bir çok kimselere ikta yoluyla arazi verdi. Ondan sonra gelen halifeler de aynı şeyi yaptılar. Rasûlullah (s.a.s), eğer yapılan bu tasarrufta İslâm'a ısındırma ve toprağı imar etme gibi faydalar varsa, böyle yapmakta yarar gördü. Halifeler de aynı şekilde düşündüler. Kendilerine arazi tahsisinde İslâm için bir fayda, düşman için bir zarar gördükleri kimselere iktalar yaptılar, yani beylik arazilerden tahsis ettiler. Onlar en hayırlı gördüklerini yaptılar. Eğer böyle düşünmemiş olsalardı, onu yapmazlardı. Bir müslümanın veya bir zimminin hakkım başkalarına vermezlerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a.s):



"Bir arazinin, haksız olarak bir karışını alan kimseyi, Allah, o arazi boynuna takılmış olarak, yedi kat yerin dibine batırır" buyurmaktadır (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, s. 107).



Bunun içindir ki Hz. Ömer, Şam ve Irak arazileri fethedilince, bu arazilerin kendilerine paylaştırılmasını isteyen gazilere şöyle dedi:



"Müslümanlardan, sizden sonra gelecek olanlar ne olacak? Onlar arazilerin ahalisiyle beraber taksim edilmiş olduklarını, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, bu şekilde kendilerinin her şeyden mahrum edildiklerini görecekler. Bu istek doğru bir görüşe dayanmıyor."



Irak'ı fethettiği zaman, fatih kumandan Sa'd b. Ebi Vakkas'a yazdığı mektubda şu emri verdi:



"Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki, onlar bütün müslümanların gelirlerine dahil olsunlar. Çünkü, eğer sen onları, yani arazi ve nehirleri halen orada bulunanlara taksim edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz" (Ebû Yûsuf Kitabü'l-Harâc, s. 56-57).



Hz. Ömer buna rağmen Irak'tan on sınıf araziyi seçerek devlete maletti. Bu arazilerden ravi Abdullah b. Hürre'nin hatırladıkları şunlar:



a) Harpte öldürülen düşmanların arazisi



b) Kaçan düşmanların arazisi



c) Kisrâ'ya ait olan araziler



d) Kisrâ'nın yakınlarına ait olan araziler



e) Su çıkan yerlerin kenarlarında bulunan araziler



f) Atların yayılması için ayrılan otlaklar



Hz. Ömer bu arazileri taksim etmedi, elde tuttu. Bu arazileri dilediği kimselere çiftlik olarak tahsis eder, haracını alırdı (Ebû Yusuf, Kitabü'l-Harâc, s. 101).



Buna göre İslâm'da arazinin mukataa'ya verilmesinde şu üç prensibe uyulmuştur.



1- Kendisine toprak verilen kimse, üç sene içerisinde bu toprağı işlemez, olduğu gibi bırakırsa, kendisine tanınan hak düşer. İmam Ebû Yûsuf bu kaideyi teyid babında şu olayı nakleder:



İbn Ebî Nüceyh'in, Amr b. Şuayb ve babası yoluyla bana rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a.s), Müzeyne (veya Cüheyne) kabilesinden bazı kimselere beylik araziden verdi, fakat onlar bu araziyi imar etmediler. Sonra başka kimseler gelip bu araziyi imar ettiler. Bunun üzerine Müzeyneliler (veya Cüheyneliler) o kimseler hakkında Hz. Ömer katında davacı oldular. Hz. Ömer şöyle dedi:



- Eğer bu arazinin tahsisi benim tarafımdan veya Ebû Bekir tarafından yapılmış oysaydı, onu geri alırdım. Lâkin Rasûlullah tarafından ikta edilmiştir (onu bozamam).



Sonra şöyle devam etti:



- Her kim elindeki araziyi üç sene boş bırakıp işlemezse, sonra başka kimseler gelip o araziyi imar ederlerse, imar edenler bu arazide daha fazla hak sahibi olurlar (Kitabü'l-Harâc, ter., s. 105).



2- Devlet tarafından verilen toprağa sahip olanlar, bunu lâyıkıyla işlemezlerse, durum yeniden gözden geçirilir. Bu kaideyi destekler mahiyette Ebû Ubeyd, Kitabü'l-Emvâlde, Yahya b. Âdem de Kitabü'l-Harâcda şu haberi rivayet ediyorlar:



el-Haris b. Bilâl b. el-Haris el-Müzenî babasından şöyle naklediyor: Rasûlullah (s.a.s), Bilâl'e (Medine'nin yakınındaki) bütün Akik arazisini vermişti. Hz. Ömer halifeliği zamanında Bilâl'e;



- "Rasûlullah (s.a.s) sana bu araziyi halkın işlemesine engel olasın diye değil, işleyesin diye verdi. İşleyebildiğin kadarını al, gerisini iade et" dedi.



3- Devlet, fertlere ancak boş ve sahipsiz toprakları verebilir. Bir kimseden mülkiyeti alarak başkasına vermek salâhiyeti veya bu asırda olduğu gibi, toprağın gerçek sahiplerinin başına, onlara karşı mülkiyet haklarını dilediği gibi kullanan ve onları yarıcı, ortakçı durumuna sokan bir toprak ağası musallat etme hakkı yoktur.



4- Hükümet edenler ancak toplumun yararında hizmeti geçenlere veya şu anda böyle bir hizmet görmekte olanlara veyahut kendilerine toprak verilmesinde her hangi bir yönden toplumun menfaati bulunan kimselere toprak verilebilir. Malikler tarafından kötü yol arkadaşlarına veya zalim ve fasık hükümdarlar tarafından toplum menfaatine hizmet edenlere de olsa verilen ihsan ve topraklar hiç bir şekilde, İslâm hukukunca meşrû ihsanlar sayılmazlar (Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdi, İslâmda toprak mülkiyeti, ter. M. Yaşar Şahin, İstanbul 1972).



5- Harpten önce, mukataa suretiyle bir arazinin mülkiyet hakkını ferde vermek, temlikte bulunmak sahih, hukuken muteber olduktan sonra, fethin mahiyetine bakılır; sulh yoluyla araziler alınmışsa o zaman arazi şahsa ait olur, sulh anlaşmasından hariç tutmak gerekir. Fetih silâh zoruyla olmuşsa, arazi verilen kimse verilen araziye; mal bağışlanan kimse de bağışlanan mala hak sahibi olurlar (el-Maverdi, el-Ahkâmû's-Sultaniyye, ter. Ali Şafak, İstanbul 1976, s. 217).



Kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre, mukataa usûlüyle verilen toprakların sahipleri, devlete, arazinin kıymet ve münbitliği derecesine, sulanma tarzına, öşür veya harac arazisi olduğuna göre değişen bir vergi vermekle mükelleftiler. Dolayısıyla bu, İslâmiyetin menfaatine, memleketin imarına hizmet etmek ve düşmana zarar vermek gibi bir hizmeti görüyordu.



Rasûlullah (s.a.s) devrinde ilk tatbikatları başlayan mukataa yoluyla arazinin şahıslara verilmesinde takib edilen gaye hep bu olmuştur. Büyük Selçuklulara gelinceye kadar; Hulefa-i Raşidin, Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde iktalar yarı askeri hüviyet kazanmışlardır. Yani toprak, verilirken daha çok hem şahıslara gelir sağlanmış, hem de Beytü'l-Mal'e kira bedeli ödenmek suretiyle, devletin gelirini garanti altına almak gayesi güdülmüştür. Maverdi'nin haracî ve öşrî topraklara ait vergilerin maaş veya hizmet karşılığında ikta edilmesine dair verdiği bilgi, bu devirde iktaların askeri özellik kazanmaya başladığının da bir delilidir. Maverdi de temlik manâsı taşıyan mukataaların, imar edilmiş yerlerden değil, ancak mevat (sahipsiz, ölü) araziden veya fetihten önce düşman topraklarından yapılabileceğini, bunun şart ve şekillerini izah eder.



İslâm ordularının Araplardan meydana geldiği ilk devrin şartlarına uygun olarak kurulan bu mukataalar, Abbasiler döneminde askerlik hizmeti Araplardan Türklerin eline geçince, artık ikta vasfını büyük ölçüde kaybetti.



Fatımîlerde de mukataaların askeri özelliği zayıftır. Fatımîlerde ve Büveyhîlerde mukataalar askeri ve sivil hizmet karşılığı olarak değil, beytü'lmâle bir kira bedeli ödenmek suretiyle verilmekte, devlet bununla gelirini garanti altına almak yolunu tutmakta idi.



Memlûklerde ise mukataalar, daha çok askeri özelliğe sahipti.



Selçukluların ilk devirlerinde mukataaların askeri özelliği yoktu. İlk ikta olayı 458 Hicri (1066 Milâdi) yılında Muhammed Alp Arslan'ın Melikşah'ı veliahd tayin ettiği zaman meydana gelmiştir.



Kaynaklar büyük Selçuklular döneminde, İslâm'ın özüne uygun ve askeri özelliğe sahip, yani askerlere ikta etme özelliği taşıyan sistemin kurucusu olarak Büyük Selçuklu veziri Nizamü'l-Mülk'ü gösterirler.



Kaynakların ifadesine göre, eskiden mal toplayıp askere sarfetmek âdeti yok ve kimsenin ikta'ı da yok iken, Nizamü'l-Mülk memleketin harap olduğunu ve vergi toplanmadığını görünce, araziyi herkesin derecesine göre, meselâ bir veya birden fazla köy vermek suretiyle askerlere ikta etti. Bunda kendisine arazi verilenler, kendi menfaatleri dolayısıyla, mukataalarına itina göstereceklerinden, araziler daha fazla mamur hale gelmiş ve istihsal (rekolte) artmıştır.



Nizamü'l-Mülk'ün ünlü Siyasetnâme isimli eseri, bu konuyu detaylı olarak incelemektedir.



Mukataa sistemi Nizamü'l-Mülk'ün gayretiyle Büyük Selçuklu imparatorluğunda yerleştikten sonra, imparatorluktan doğan atabeyliklerle diğer küçük devletlerde de ufak değişiklik ve tekâmüllerle uygulanmıştır. Harzemlilerdeki mukataa rejimi ve Anadolu Selçuklularındaki mahkeme kayıtlarıyla tescil edilen mukataa sistemi, bunun en güzel örneklerindendir. Mukataa sistemi Anadolu Selçuklularından Osmanlılara tımar adı altında intikal ederken, Musul atabeyleri dolayısıyla Mısır'a geçmiş, kuruluşundaki gibi de Fatımî mukataasının tadili şeklinde Eyyübî ve Memlûk devletlerinde Selçuklardaki önemini kazanmıştır. Selçuklu mukataa sistemi Gürîler kanalıyla Hindistan'a da geçmiştir.



Mukataalarla ilgili önemli hususların neler olduğunu tarihi kaynaklardan ve özel yazılmış eserlerden öğreniyoruz. Nizamü'l-Mülk'ün Siyâsetnâme'sinde, hikâyelerle zenginleştirilerek ve akıcılık kazandırılarak anlatıldığına göre Büyük Selçuklu mukataalarında, mukataa sahiplerinin reaya üzerinde, kanunî vergileri iyilikle tahsil etmekten başka hakları yoktur. Halk hür olup kendi şahısları, aileleri, çocukları ve malları zulüm ve tecâvüzden korunmuş ve koruma altındadır. Her hangi bir baskı olduğu takdirde, divana şikayet hakları vardır. Kaidelere riayet etmeyenlerin mukataaları ellerinden alınır. Sistemin iyi çalışması için zaman zaman müfettişler gönderilir.



Selçuklular ve onlardan sonraki İslâm devletleri, irsiyeti mukataa sisteminde de tatbik ettiler. Ancak hizmetin devamını da şart koştular. Yalnız normal mülkiyette geçerli olan hibe, vakıf ve satış gibi haklara müsaade etmediler.



Sultana karşı isyan eden veya her ne şekilde olursa olsun, onun güvenini kaybeden, ona ve onun temsil ettiği devlete hizmet etmeyen mukataa üzerindeki hakkını kaybetmiştir.



Mukataasını iyi idare edemeyen ve zulüm yapanlar da aynı akıbete uğramışlardır.



Osmanlılar zamanında mukataalar; Mukataât-ı Mîriyye ve Malikâne olarak iki kısma ayrılmıştır. Mukataât-ı Miriyye seneden seneye iltizama, Mâlikâne ise kayd-ı hayat şartıyla ilgililere verilmiştir. Mirî mukataalar çeşitliydi; pirinç, balık, tuz ve madenlerle ilgili mukataalar bu kabildendi. Tanzimattan sonra bu usûl tarihe karışmıştır.



Mukataa sisteminin devlet ve halk bakımından meydana getirdiği ahenk ve memleketin imarında oynadığı rol, siyasi istikrar ile paralel yürümüştür.



Siyasi istikrarsızlık ve mücadeleler nisbetinde, mukataa sistemi ve onunla birlikte memleketle halkta sarsıntı geçirmiştir. Meselâ, Moğollar girdikleri yerlerde mukataa sistemini büyük ölçüde yok etmişlerdir.



Tarihî incelemeler Anadolu'da Moğolların gelişinden sonra yer yer görülen isyanların ve anarşinin, toprak ve dirliğini kaybeden mukataa sahiplerinden ileri geldiğini göstermektedir.



Mukataa sistemi yukarıda da belirtildiği gibi Tanzimat fermanından sonra tarih sahnesinden silinmiştir (Nizamü'l-Mülk, Siyâset-Nâme, ter. Prof. Dr. M. Altay Köymen, Ankara 1982; Ebu's-Suûd Efendi, Budin Kanunnamesi, ter. Sadık Albayrak, Ömer Lütfi Barkan, Türkiye'de Toprak Meselesi, İstanbul 1980; Mukataa).



İsmail KAYA