MEŞRÛ MÜDÂFAA

Meşrû; şerîata uygun, şer'an caiz, şerîatın müsaade ettiği şey. Müdâfaa; savunma. Meşrû müdâfaa; mal, can veya ırza yönelik haksız bir saldırıya karşı devlet gücüne başvurmaksızın kendi gücüyle, İslâmi ölçüler içinde savunma yapmak, anlamında bir İslâm Hukuku terimi.



Toplum düzeninin sağlanmasında ve toplumda huzur ve istikrarın gerçekleştirilip devam ettirilmesinde, kişilerin sahip oldukları hakların başkalarına, hatta kimi zaman kendilerine karşı korunmasının rolü büyüktür. İslâm hukuk sisteminde, bugün beşerî hukuk sistemlerinin de benimsediği gibi, hakların devlet eliyle korunması ve cezanın devlet tarafından uygulanması esastır. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah, "...Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır; artık öldürmede aşırı gitmesin." (el-İsrâ, 17/33) buyurmaktadır. İslâm hukukçuları, özellikle kan dökme ve cana kasdetme durumlarında, saldırıya uğrayan kişinin bizzat ihkak-ı hak yapamayacağını; hakkını devletin yetkili organları önünde dava açmak suretiyle elde edebileceğini belirtmişlerdir (İbnü'l-Arabî, (ö. 543/1148) Ahkâmu'l-Kur'ân, Nşr. Ali M. Becâvî, Beyrut t.y., I, 111-112).



Gerek özel hukukta, gerekse kamu hukukunda, genel kural; hakkın devlet eliyle korunması olmakla birlikte hukuk düzeni istisnaî olarak bazı özel hallerde, hak sahibinin, hakkını bizzat korumasına imkân tanımaktadır. Kişinin kendi hakkını bizzat kendisinin koruyabileceği özel durumların başında "meşru müdâfaa (haklı savunma)" hakkı gelir.



Meşrû müdâfaa, bir kimsenin, gerek kendisinin gerekse başkasının canına, ırzına ve malına karşı yapılan hukuka aykırı bir saldırıyı savuşturmak (defetmek) için yaptığı uygun ve ölçülü savunmadır.



İslâm hukuk sisteminde, kişinin canı, ırzı (namus) ve malı koruma altında ve saygıdeğerdir. Hz. Peygamber: "Müslümanın kanı, ırzı ve malı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32) buyurarak bu hususu belirtmiş; dolayısıyla da herkesin başkasının canına, namusuna ve malına tecavüz etmemekle yükümlü bulunduğuna işaret etmiştir. Söz konusu haklar, devletin koruması altında olmakla birlikte kişi bu haklarını bizzat kendisi korumak zorunda kalabilir. Nitekim bunun ölçüsü Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilir: "Bir kimse size -ne amaçla ve ne şekilde- saldırmışsa, siz de aynı şekilde karşı saldırıda bulunun" (el-Bakara, 2/194). Aynı şekilde Hz. Peygamber: "Kim, canı (nefs) uğrunda ölürse şehittir, kim namusu (ailesi) uğrunda ölürse şehittir; kim malı uğrunda ölürse şehittir" (Tirmizî, Diyât, 22/IV, 30) buyurarak, meşrû müdafaayı, en özlü ve kapsamlı bir biçimde teşvik etmiştir.



Meşrû müdâfaa hakkının kapsamı, sadece ferdin bizzat kendisine yönelen haksız saldırılarla sınırlı olmayıp, aynı şekilde başkalarına vaki olan haksız saldırıları da içine almaktadır. Buna göre, bir kimse, başkasının canına, ırzına veya malına tecâvüz edilmesi durumunda, o tecavüz bizzat kendisine yapılıyormuşçasına meşrû müdâfaa hakkını kullanabilir. Başkası adına meşrû müdâfaa yapmanın şer'î dayanaklarından birisi Hz. Peygamber'in: Her hangi biriniz bir kötülük görürse, gücü yetiyorsa onu eliyle değiştirsin..." (Müslim, İman, 78) hadisiyle yine yakın bir anlamı ifade eden Kim kardeşinin -yani toplumun herhangi bir ferdinin- namusunu korursa Allah da kıyamet gününde onun yüzünü Cehennem ateşinden korur" (Tirmizi, Birr, 20/IV, 327) hadisidir.



Bu konudaki bir diğer şer'î dayanak, sosyal hayatın tabiî dengesini gereği halinde, toplumun fertleri eliyle koruma amacı güden ve veciz ifadesini Hz. Peygamber'in bir hadisinde (Buhârî, Mezâlim, 34) bulan "mazlûma yardım" prensibidir.



Meşrû müdafaa halinin gerçekleşebilmesi için; can, ırz veya mala karşı girişilmiş ve halen devam eden fiilî bir saldırının mevcut bulunması veya mevcut olmak üzere olması, saldırıya uğrayan kişinin devletin güvenlik güçlerine sığınma imkanı ve vakti bulamamış olması ve başkaca savunma yolu kalmamış olması şarttır. Bunun yanında, meşrû müdâfaada bulunan kişinin, herhangi bir maddî veya mânevî yükümlülük altına girmemesi için, saldırıya, ölçülü ve uygun bir şekilde karşılık vermiş olması da şarttır.



Meşrû müdâfaanın amacı, saldırganı cezalandırmak değil, onun bir kötülük yapmasına engel olmaktır. Bu itibarla, saldırıya, mümkün olan en kolay ve en hafif bir yolla karşı koymak esastır. Saldırganı daha az bir zarar ile etkisiz hale getirmek mümkün iken zaruretin ve halin gerektirmediği yollara başvurmak sorumluluğu gerektirir. Çünkü meşrû müdâfaa, bir zaruretten dolayı caiz ve meşrû kılınmıştır; zaruret ise miktarınca takdir olunur (Mecelle, mad. 22). Bununla birlikte, saldırıya uğrayan kişinin içerisinde bulunduğu psikolojik durumun (hâlet-i ruhiye) da göz önünde bulundurulması gereklidir.



Meşrû müdâfaa, İslâm hukuk doktrininde ittifakla meşrû kabul edilmekle birlikte, onu pir hak mı yoksa bir görev (vacip) mi olduğu tartışmalıdır. İslâm hukukçuları, saldırının ırz ve namusa yönelik olması durumunda, meşrû müdâfaa yapmanın gerekli olduğunda görüş birliği etmişler; fakat, saldırının cana veya mala yapılması halinde meşrû müdâfaa yapmanın hükmünde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.



Saldırganın, mükellef bir kimse olması ile çocuk, akıl hastası veya bir hayvan olması arasında, daha çok tazmin sorumluluğunu ilgilendiren birkaç husus dışında önemli bir farklılık yoktur.



İslâm hukuk doktrininde yer alan meşrû müdâfaa haliyle ilgili görüşler, haksız saldırıdan kaçındırma açısından "caydırıcı"; insan hak ve hürriyetleri açısından "adil ve dengeci"; hukuk tekniği açısından da, "yeterli ve dolgun" bir muhtevaya sahiptir. Bugün, beşeri hukuk sistemleri de, pek çok yönde bu görüşleri benimsemişler, hatta beşeri hukuk sistemleri XX. yüzyılda, İslâm hukuk sisteminin VII. yüzyılda başladığı noktaya ulaşmışlardır (Abdulkâdir Üdeh, et-Teşrîu'l-Cinâî'l-İslâmî, Kâhire 1959, I, 473, 489;Abdulkerîm Zeydan, Hâletu'd-Darûra fi'ş-Şerîatil İslâmiyye (Mecmûatu Buhüsil-Fıkhiyye" adı altında diğer 8 makalesiyle birlikte), Beyrut 1986, s. 184-195).



Yunus APAYDIN