KEHÂNET

Kâinatta gelecek zamanda vuku bulacak olaylardan haber verme, bazı sırları keşfetme. Bu işle meşgul olan kimselere de "Kâhin" denir. Çoğulu; kühhân, yahut kehene, dişili; kâhinedir.



İslâm'dan önce Arapların arasında çok kâhin vardı. Bunlar, bir çok şeyi bildiğini iddia ederlerdi. Bunların bir kısmı emrinde cinler bulunduğunu ve onlar vasıtasıyla bir takım bilgiler edindiklerini, diğer bir kısmı da, kendisinde bulunan bir nevi ilham ve kudret sayesinde bazı şeyleri idrak ettiklerini iddia ederlerdi (İbn Mace, Terceme ve Şerhi, Çev. H. Hatiboğlu, İstanbul 1983, VI, 134).



Kâhinler, menşe itibariyle Şâmânlara, rahiplere ve fetiş rahiplerine (ârif bis-sanam) bağlanırlar. Fakat eski Arap hikâyelerinde, hadislerde ve ender olarak İslâmiyet'ten önceki şiirlerde rastlanan şekli, bunların; şâmânizmin en kaba şekillerini bile geri de bırakmış olduğunu göstermektedir.



Onlar, gayb hakkındaki bilgilerinin vecdten meydana gelen ilhama dayandığını iddia ediyorlardı. Aynı zamanda geceleri, keşif yoluyla diğer insanlara meçhul kalan müstakbelin ve gizli hadiselerin kendilerine zahir olduğunu söylüyorlardı (Mes'ûdî, "Mürûc", Nşr. Barbier de Meynard, III, 379, 394 vd.).



İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk dönemlerinde Ukaz Panayırına gelen ve ekseriyetini yahudilerin oluşturduğu kâhinler ve birtakım şarlatanlar, kendi istikballerine dair bir tek şey bilmedikleri halde, diğer insanların gelecekleri hakkında kehânette bulunmak suretiyle geçimlerini sağlarlardı (Muhammed Hamidullah, "Resûlullah Muhammed", Terc. Salih Tuğ, İstanbul 1973, s. 296; Aynı mükellefi, İslâm Peygamberi", I, 394).



Kâhinler, secîli, genellikle aynı (ender olarak değişik kafiyeli, çok kısa) cümlelerden oluşan âhenkli bir nesirle konuşurlardı. Bu tür nesir, eskiden beri Arabistan'da yüksek ve âdî kehânetler, sihir vb. için kullanılmaktaydı (el-Eğanî, I. tab', XI, 161).



Yine kâhinler; gayet karanlık ve karışık bir dille konuşurlar, sözlerini acayip yeminlerle; yer, gök, güneş, ay, yıldızlar, ışık ve karanlık, akşam ve sabah, muhtelif bitki ve hayvan cinsleri üzerine and içerek te'kîd ederlerdi (Mes'ûdî, a.g.e, III, 387).



Kâhinler, umûmî hayatta olduğu gibi, özel hayatta da son derece önemli bir rol oynarlardı. Devleti veya kabileyi, genellikle kendilerinin de katıldıkları savaş işlerini, akıncılık vb. alakadar eden bütün meselelerde onlara danışılırdı. Bu sebepten, kadın ve erkek hükümdarların özel kâhinleri olduğu gibi, kabilelerin de şâirleri ve kâhinleri bulunurdu (Taberi, "Tarih", Nşr. De Coeje, I, 76).



Kâhinler; hakemlik ve danışmanlık görevlerinin yanında, rüyaları tabir eder, kaybolan develerin yerini bildirir, zina vakalarını tesbit eder, hırsızlık ve katil gibi suçları da aydınlatırlardı (Mes'ûdî, a.g.e., III, 352).



Ancak İslâm'ın gelişi ile "kâhinler" ve "kehânet" mesleği itibarını kaybetmiştir. Zira "kehânet", gaybten bir nevi haber vermektir. Gaybı bilmek de yalnızca Allah'a özgüdür. Böyle olunca, "kehânet"; Allah'a şirk koşmanın bir nevini teşkil etmiş oluyor. Kur'ân:



"Gaybın anahtarı O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilmez" (el-En'âm, 6/59).



"Deki, Allah'tan başka, yerde ve gökte hiç kimse gaybı bilmez" (en-Neml, 27/65).



Bunun içindir ki, kâhinlerin gaybı bildiklerini iddia etmeleri şirk olduğu gibi, onların bu iddialarını doğrulamak da Allah'ın indirdiği apaçık âyetleri inkâr olur.



Rasûlüllah (s.a.s): "Kim bir kâhine gider de dediklerini tasdik ederse, şüphesiz Muhammed'e indirilmiş olanı inkar etmiş olur" (Ebû Dâvud, Tıb, 21).



Rasûlüllah (s.a.s): "Kahini cennete girmeyecek kişiler arasında saymıştır" (Tecrid tercüme VI, 943; Hak dini Kur'an Dili, VII-5342).



Kâhinlerin ve arrâfların yanına gidip onların söylediklerini tasdik etmek bu derece çirkin ve korkunç olunca, acaba bizzat kâhin ve arrafların durumu nasıl olur?



Rasûlüllah (s.a.s)'in, henüz peygamber olmadan önce bile kâhinlerden nefret ettiğini görüyoruz. Nitekim Cibrîl (a.s.), kendisine peygamberlik görevini tebliğ ettiği zaman çok korkmuş eve dönünce, durumu Hz. Hatice (r.an.)'ye anlatmış ve:



"Nefret ettiğim, şu gâipten haber veren kâhinlerden mi oldum acaba? Bundan korkuyorum." diyerek endişesini dile getirmiştir (bk. M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, 49).



İşte bu sebepten dolayı İslâm "kehânet"i yasaklamış, kâhinlere gidip onların dediklerini tasdik etmeyi şirk kabul etmiş, onlara bunun karşılığında ücret (hulvan) vermeyi haram saymıştır (Buhârî, İcare, 20, Tıb, 46; Müslim, Musakât, 39; Darimî, Buyu', 34; Tirmizî, Tıb, 23; Ahmed b. Hanbel, III, 14, VI, 11).



Halid ERBOĞA