Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler

Ayette geçen kâfirlerden maksat, küfrün kalplerinde kök saldığı için iman yeteneğini yitirecek noktaya gelmiş inatçı inkârcılardır; yoksa genel kapsamıyla herhangi bir küfür içinde olan tüm kâfirler değildir. İnanmak   istemeyen,  tüm  alıcılarını  kapatanlar,  hidayet   için  gerekli yolları ve arayışları  terk edenleri uyarıp uyarmamak, onlar için aynıdır, farketmez. Yoksa, ayette, bütün kâfirler için uyarı fayda vermez denilmiyor. Kâfirlerden, İslâm davetini başından beri karşısına alan, kalplerini hakka, düşünmeye, yani İslam’a kapatanlar; reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye yanaşmayanlar kimselerdir. Bunlar, tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır takınanlardır.  Ne  kendisinin, ne  de  başkasının  takınılan  tavrın  doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloğa girmesine müsaade etmeyen kesimdir. Hemen bundan sonra gelen ayette açıklandığı üzere, kendi tavır ve davranışları yüzünden kalpleri mühürlenen, gözlerinde perde olan insanlardır. İşte teşvik ve ikazın, korkutmanın fayda vermediği grup budur. Bunlar, Allah’ın ayetlerini dinlemeye, çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah’ın yüceliğini takdir etmelerini isteyen etrafını kuşatmış koca kâinat kitabının ayetlerini okumaya, evreni ibretle incelemeye hazır değillerdir.  



Biz, peygamber’in bu grubun hidayete gelmesi için bir çok defa, değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak insanüstü bir gayretle çabaladığını, karşılaştığı nankörlük, inkâr, psikolojik ve manevî komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber, İslam’ın ana ilkelerinden hareketle davet eylemini gerçekleştiriyor, bu yolda her çeşit meşrû vasıtaya başvuruyordu. Hz. Peygamber, bütün insanların, bu arada yukarıda özellikleri belirtilen inatçı inkârcıların da imana gelmesi ve hidayete tabi olmasını hırsla istiyordu. Allah, rasülünü teskin etmek için, onun tebliğ görevini yaptıktan sonra, hidayetin peygamberin elinde olmadığını hatırlatarak neticenin olumsuz olduğuna üzülmemesi gerektiğini bildirmek için bu ayetleri indiriyordu. İbn Kesir, bu ayetin bunun üzerine indiğini Abdullah İbn Abbas'tan rivayet eder. (İbn Kesir, Çağrı Y. 2/180)   ‘Öyleyse Ey Peygamber, sen kendini mahvedecek şekilde onların uğrunda hebâ etme. Kendilerine hakkı tebliğ et; yüz çevirirlerse onlar için üzülme. Yüz çevirmeleri seni mahvetmesin, ümitsizliğe de düşürmesin. Senin için ancak tebliğ vardır. Hesap bize  aittir.  Ve  sen  ancak  bir  uyarıcısın’  anlamında  söyleniyordu:  “ O  kâfirleri  uyarsan  da uyarmasan da (azap ile) onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir; çünkü onlar iman etmezler.” (2/Bakara, 6)



Peygamberimiz, risalet görevini yapmak için, kalkması ve uyarması/korkutması (74/Müddessir, 2) gerekiyordu. Uyarıya, yakınlarından, yakın akrabalarından başlaması (26/Şuarâ, 214) gerekiyordu. “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” (5/Mâide, 67) emrini tüm içtenliği ve tüm kapsamıyla yerine getiriyordu. Ama, Peygamber’in tüm insanları ateşten kurtarmak için, kendini harap edecek şekilde çabası, dünyevî açıdan somut bir sonuç getirmemiş, başarılı netice sağlamamıştır. Çünkü karşısındaki toplum, tavır ve tutumlarıyla, kalp ve duyularıyla  düşünmeye ve inanmaya karşı kendilerini kilitliyor; kendilerini büyüklük taslama çıkmazına atıyorlardı. Bu yüzden, uyarının kendilerine fayda etmeyeceğini bildiren ayetler, peygamber’in onlara karşı konumunu belirliyordu. Artık Peygamber, sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir çağrıyla zamanını harcamamalı, bu alandaki enerji ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Davasını, gönlünü bu mesaja kapatmayan başka insanlara yönelmelidir. Kalplerini imana açan, gözlerini sırat-ı müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.