Allah'ın Âdem (a.s.)'e İsimleri Öğretmesi

"Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra da onları meleklere gösterdi de, 'Haydi, dâvânızda sâdık iseniz, bana şunları isimleriyle birlikte haber verin' dedi. Melekler, 'Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi şüphesiz ki Sensin'  dediler." (2/Bakara, 31-32)



Ayette geçen  "bütün isimler" sözünden ne kastedildiği müfessirler arasında tartışma konusudur. Bir kısım müfessirler, bu isimlerin insanların anlaşmasına sebep olan bütün isimler olduğunu, bir kısmı bu isimlerin meleklerin isimleri olduğunu, bir kısmı da Adem'in zürriyetinin isimleri olduğunu belirtmiştir. Bir tefsir de şu şekildedir: İsimlerden murad, dil değil; eşyanın duyguları, ilmî biçimleridir; Bu, ilimden çok, zihin olması gerekir. Kesin olan şudur ki, Hz. Âdem'e lisan ve beyan öğretilmiştir. Allah'ın Ademoğluna  ilim ve kelâm sıfatlarını ikram etmiş olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli bir yerinin bulunduğunu gösterir. Lisan konusunda bütün Ademoğullarının zamanımıza kadar oluşturduğu çeşitlilik ve ilerlemelerin hepsi, esas itibariyle, Hz. Adem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. Adem, bilfiil lisan şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre isimleri dillendirmiştir. Lisan, Adem'in hilâfetinin eseri değil; hilâfetinin sebebidir.   Allah,  ya  eşyaya  o isimleri kendisi koyup Adem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bu adlandırmayı, gerektiğinde yapabilecek ve kullanacak bir özel yeteneğe hâiz bir ruh üflemeyi takdir etti. (7) İbn Kesir'in de katıldığı gibi, sahih olan, Allah'ın zatları ve fiilleriyle bütün eşyanın adlarını Âdem'e öğretmiş olmasıdır. (8)



Mevdûdî, bu konuda şu açıklamayı yapar: Istılahlar/terimler insanoğlunun eşyayı algılamasına yarayan araçlardır. Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanır. Bu nedenle Hz. Adem'e herşeyin isimlerinin öğretilmesi onlarla ilgili bilginin de öğretilmesi anlamına gelir. (9)



İbn Kesir, İbn Abbas'tan gelen rivayeti nakleder: Allah, Âdem'e kendisinden türeyecek bütün çocuklarının, bütün hayvanların isimlerini öğretti; Allah, Âdem'e insanların, hayvanların, göğün, yerin, deniz, at, merkep vb. yaratıkların isimlerini öğretti; Allah Âdem'e çanak çömlek yapmayı öğretti. Kendi tercihini de şöyle belirtir: Allah, Âdem'e, bütün eşyanın kendisini, sıfatını ve ne iş yapabileceğini, neye yaradığını öğretti. (10)



Seyyid Kutub, şu açıklamaları yapar: Biz, bu ayetlerin ifadeleri arasından basîret gözüyle  meleklerin  Mele-i  A'lâ'da  gördüklerini  görüyoruz.   İşte   biz,   Allah'ın    hilâfet anahtarlarını teslim ettiği bu yeni vücut bulan varlığa verdiği büyük sırrın bazı önemli kısımlarını müşahede ediyoruz. Bu sır, eşyaya rumuzlar şeklinde isimler verme sırrıdır. Bu sır, şahıslara ve hissedilen eşyaya işaretler vererek dille telaffuz edilen isimlendirme kudretidir. Bu kudretin insan hayatında büyük önemi vardır.



Eğer insana eşyayı isimlerle rumuz haline getirme kudreti verilmeseydi bir insanın diğerinden bir şey isterken veya o şey hakkında malumat edinmek arzularken karşılaşacağı güçlükleri tasavvur edin. Bu kudretin kıymeti ancak o zaman anlaşılabilir. Meselâ bir hurma ağacını anlatmak isteyen kişinin ağacı omuzlayıp getirmek mecburiyetinde kalacağını düşünün. Herhangi bir şahıs hakkında malumat edinebilmek için, onu yanınıza çağırmak mecburiyetinde olacağınızı düşünün. Hayatı bu güçlükler içerisinde tasavvur edin. Şayet Allah insana ifade kudreti vermeseydi, karşılaşılacak güçlükleri düşünün. Yaşamak hiç mümkün olur muydu?



Meleklerin bu kabiliyete ihtiyaçları yoktur. Zira vazifeleri böyle bir ihtiyacı hissettirmez. İşte bu yüzden onlara bu kabiliyet verilmemiştir. Allah, Hz. Adem'e bu sırrı öğretip meleklere sunduğu şeyleri arzedince, onlar takdim edilen şeylerin isimlerini bilemediler. Eşyaya ve şahıslara lafzî rumuzların nasıl verileceğini  bir  türlü  kavrayamadılar.  Bu  âcizlikleri  karşısında Rablerini tesbih ettiler, âcizliklerini itiraf ettiler: Allah'ın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin sınırlı olduğunu kabul ettiler. Âdem ise bunların isimlerini bildi. (11)      



Ayet-i Kerimede tartışmasız kabul edilen konu, Allah'ın Hz. Âdem'e birşeyler öğretmesi, bir şeyler hakkında bilgi vermesidir. İnsana hilâfet kapılarını açan bu ilâhî ikram, Hz. Adem'le başlamıştır. İnsanlar, çeşitli yollardan, özellikle vahiy yoluyla bilgilendirilip aydınlatılmıştır.



"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (2/Bakara, 31) İlim, hakikate ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur: Birincisi, birer "âyet" ve "alem" olan eşyanın duyularla kazanılan bilgisidir. Eşyanın saçtığı işaretlerle, ışınlarla duyular arasında sürekli bir ilişki vardır; ama nasıl güneşin ışığı olmazsa göz, göz olmazsa güneşin ışığı bir fayda etmeyecekse, eşyanın duyu organlarımızla algılanması da nefiste onları anlamlandıracak melekeler olmadığı sürece bir yanılgı olmaktan öte geçmeyecektir. İşte, Allah bir küçük evren (mikrokosmos) olarak yarattığı insana eşyanın bilgisine ulaşmak üzere isimler vermiştir.



İsimler tek tek eşyayı ve onun hakikatini bilmeye yarayan manevî güçlerdir. Bu bilme ise, bu  manevî  güçlerin  öldürülmemesiyle  mümkün  olur.   İsimlerin   kaynağı   kalptir;   kalbin  de insandaki zahirî duyulara tekabül eden "sem'",  "basar"  ve  "fuâd" adıyla duyuları vardır. Eşyanın bilgisine ulaşmak için kalbin bu duyularının faal olması gerekir. Bu da kalbin tezkiyesiyle mümkündür. İşte, Allah insana ilim vermek için elçiler gönderir ve bu elçileri bizzat kendisi temizleyerek dilediği kadar ilmi onların kalbine kor. Peygamberler de kendilerine inanan insanların kalplerini tezkiye eder (temizler) ve tezkiye edilmiş kalplere ilim yerleştirir ki, bu isimler bilgisidir ve eşyanın bilgisinin anahtarıdır. "Size kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitab'ı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir elçi (rasul) gönderdik." (2/Bakara, 151)



Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde tezkiye olamaz ve aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır. "Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır." (12/Yusuf, 76) Şu halde, Allah'ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı derecede vâris değildir ve bu ilme, kalplerinde herhangi bir leke ve kaplarında tortu (rics) olmayanlar tam vâris olabilirler.



Evet, ilim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvasız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurdu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar." (35/Fâtır, 28) Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki "kitap yüzlü eşekler"dir. (12)  



İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden bahsedilir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alakadan yarattı. Oku! İnsana kalemle yazı yazmayı öğretip ona bilmediklerini öğreten Rabbin sonsuz lütuf sahibidir." (96/Alak, 1-5)



Bakara suresi 30. ayette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere arz edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. Hilafet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların başında ilim gelir.



İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. "İlim tahsil etmek, her müslüman erkek ve kadına farzdır." (İbn Mâce, Mukkaddime 17) Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibadetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn'dır.   Tıp, mühendislik, teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.



İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün, hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehalettir. Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen bir kimse kâfir  olmaz.  Şirkin  ne olduğunu  bilen,  başka  bir şeyi Allah'a ortak koşmaz, Allah'tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur'an, ilimsizlikten şiddetle sakındırır: "Sakın ha câhillerden olma!" (6/En'âm, 35) "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (35/Fâtır, 28) Kur'an'da ilim övülmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (39/Zümer, 9) İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların değerini yükseltmiştir. "Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir." (58/Mücâdele, 15) (13)