İbâdet, Fıtrattır

İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan başka ilâh kabul etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır. İnsanları, hür irâdeleriyle Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah'ın bildirdiği ilâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet etmek ve O'na kul olmak. Allah ve Rasûlünün ahlâkı ile ahlâklanmak.



Allah'ı tek rab bilerek O'na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.        



Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan ilâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar. 



Kur'an'a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibaret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem verilen bir konu olmuştur.



İslâm, başlangıçtan nihayete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.



Günümüz insanları, ibâdetin, Allah'ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk  şâibesi  taşımayan  bir  ibâdet  esası  ortaya  koymuştur.  Bunun  için  hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet" ve "ubûdiyet" esaslarından ibaret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok" (A'râf: 7/59) Bütün rasullerin kesinlikle belirttiği gerçek: "Allah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.



Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'ı; tüm yaratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O'nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun tabii belirtisi olan takva ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah'a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.



Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti hudutsuz, saltanatı ebedî olan Allah'a yönelmededir. İşte, insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdır. İnsan ise kuldur. Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler.



Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma'budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah'tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma'bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma'budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka varlıklara ve O'nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır. Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O'na kul olurlar. Gönüller Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku ma'budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbı Allah'tır. O'na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, insanın da vazifesidir.



Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın ilâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş..." (Câsiye: 45/23) Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma'bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.



Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a  yönelmek demektir. Çünkü  insan, Allah'ı ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur.[56]



İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar. Allah'tan başkasını O'na ortak koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet etmekten ibarettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma'budu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir ilâh olunca her türlü ibâdetin sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.



Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın yarattıkları ve O'nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, oturuşta, rükûda, secdede, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur.



"De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbı Allah içindir." (En'âm: 6/162)



Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta'zim  (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta'zimde aşırılık,  kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: "Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine 'bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar."[57]....... .............. ..............



Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri  beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Allah'ın kutuplara, abdallara Allah'ın mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?



Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı:



"Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet  ediyoruz." (Zümer: 39/3)



Yani, biz bunların zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı  kurmak  için  geldi.



"Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim." (Mü'min: 40/60)



"Kullarım beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm." (Bakara: 2/186)



İslâm, dini sadece Allah'a ait kılmak için geldi. [58]