Kur'an'da Fitne Sayılan Davranışlar

1- Küfür-Şirk: Kur’an, “Fitne katl’den/öldürmekten daha büyük suçtur” (2/Bakara, 191, 217) demektedir. İslâm’a inanmayanların, müslümanların inancına yönelik saldırıları şüphesiz fitnedir ve savaştan daha tehlikelidir. Küfrün hâkimiyeti; iman, Allah’a kulluk, adâlet, huzur ve saâdet için engeldir. Mü’minler, inkârcıların bu çabalarına karşı topluca mücâdele vermek zorundadırlar. Burada “fitne” kavramı kişisel sıkıntıya işaret etmekten çıkmakta ve bir iman mücâdelesinin sebebi haline gelmektedir. “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları fitneye (azâba) uğratıp, sonra da tevbe etmeyenler; onlar için Cehennem azâbı vardır ve onlar için ateş azâbı vardır.” (85/Bürûc, 10).



Müşriklerin, müslümanları kendi bâtıl dinlerine döndürmek için yaptıkları faâliyetler, münâfıkların iki yüzlü davranışları fitneden başka bir şey değildir (9/Tevbe, 47-48). Kur’an, tevhidden sapmayı, şirke ve küfre düşmeyi fitne kabul etmektedir ve bunu katl’den (savaştan) daha kötü saymaktadır (2/Bakara, 191). Müslüman toplumları bozan, onları saptıran, onları günaha sürükleyen, insanlar arasında kanlı savaşların çıkmasına sebep olan şey fitnedir. Bu nedenle Kur’an mü’minlere Din yalnızca Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar fitneye sebep olan şirkle ve müşriklerle mücâdele etmeyi emrediyor (2/Bakara, 193). Müşriklerin ve şeytanın adımlarını izleyenlerin çıkardığı fitneler devam ettiği müddetçe dünyada huzurun ve rahatın olması mümkün değildir. Eğer mü’minler kötülük odaklarıyla mücâdele etmeyi bırakırlarsa, yeryüzünde büyük fitne olur, kaos ve bozgun giderek fazlalaşır (8/Enfâl, 73).



“Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya (Allah için tatbik edilinceye) kadar onlarla savaşın.” (2/Bakara, 193). Burada fitne, Allah yoluna tâbi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi şartlara sahip olunamayan bir toplum durumunu anlatmaktadır. Bu nedenle, müslümanlara, bu durumu düzeltmeleri, tekrar Allah yolunda, barış ve özgürlüğü sağlamaları için savaşa devam etmeleri emredilmektedir. İnsanın insana hükmettiği ve Allah yoluna tâbi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne hüküm sürüyor demektir. İslâm’ın savaşmaktan amacı, “fitne”yi ortadan kaldırmak ve insanları İlâhî çağrıya uygun bir şekilde sadece Allah'a kul olarak yaşayabilmeleri için, Allah’ın hükmünü hâkim kılmaktır. Âyetin devamında; “Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler ve aşırılar hâriç hiç kimseye düşmanlık ve saldırı yoktur.” (2/Bakara, 193) buyrulur. Böylece savaşmanın, sadece hakkı elde etmek ve Allah'a teslimiyete giden yolu açmak için olabileceği vurgusu yapılmıştır. Hak elde edilince, savaşa devam etmek ise yine fitneye düşmek anlamına gelir.



Allah’ın hâkimiyeti/egemenliği, “fitne”nin karşıtı anlamındadır. Din ise, Allah’ın egemenliği demektir. Kur’an, “din”i bu anlamda kullanmıştır. Allah’ın egemen olmadığı toplumda, hem pek çok insan düşüncesi ve ideolojisi, karşı karşıya gelecek ve hem de beşerî ihtiraslar hayatî önem taşıyan temel unsurlara egemen olacaktır. Bu ise, topluma çelişkiyi yaşatmak demektir. Dikkat edilirse, “fitne, yeryüzünde kalmayıncaya kadar” ifadesi ağırlık kazanmıştır. Bu hedef, insanın görüş, düşünüş, duyuş, etkileyiş ve etkileniş alanının yer küresini kuşatıcı ve evrensel nitelikli olması gerektiğini belirliyor. Dar; kabile, ırk, ulus, ülke ve toplum gibi sınırlı bir hedef gözetilmemiştir. Herhangi bir toplum içerisindeki bunalımın yok edilmesi anlamından daha geniş ve daha engin bir yön çizilmiştir. Allah’ın egemenliğini yeryüzünün tüm alanlarında gerçekleştirmek, yani tevhidin zıddı olan şirk ve küfrün egemenliğini ortadan kaldırmaktır asıl ve nihâî hedef. Yer küresi büyüklüğünde gösterilen bu hedefi oluşturan unsur, ilk ve en doğru anlamı ile küfür fitnesi ise de, bugün; küfür veya küfrün hizmetçileri durumunda bulunan siyasî hareketler ve yönetimler de, bu âyette kullanılan “yeryüzünden kaldırılması gereken fitne” kavramının içerisinde yer alır. Bu âyet, ayrıca, insanın sorumluluk alanını ilân etmiştir. Bu âyetteki evrenseli kuşatıcı savaş emri, ilâhî çağrıyı bütün unsurları ile ilke edinmiş bir devlet mantığını gündeme getiriyor. Fitnecilere karşı fitneyi ortadan kaldırmak için fitneden arınmış, ilâhî hâkimiyete hizmete dayalı bir devlet mantığı... Kendi iç problemlerini halledememiş bir toplum, iç mantığını ve yapısını kaostan sisteme, bayağılıktan yüceliğe, bunalımdan huzur ve nizama, çelişki ve sürtüşmeden vahdete dönüştürememiş hiç bir toplum, bozgunculuğun ve fitnenin önüne asla geçemez. Bu sebepledir ki, İslâmî devlet anlayış ve gayreti, savaştan önce gelir.



Yeryüzünden fitnenin kalkması için, önce içimizdeki fitneyi kaldırmak, sonra dalgayı genişleterek çevredeki ve giderek toplumdaki fitnelerle mücâdele etmek gerekmektedir. Bütün bu fitnelerin sebep ve sonucu olarak, kopmaz bir bağla bağlı bulundukları büyük fitne odağının İslâm dışı düzen ve dünya görüşleri fitnesi olduğunu, onunla nihâî hesaplaşma olmadan çevremizi saran  fitnelerden kurtulamayacağımızı bilmek, sivrisineklerle tek tek mücâdele yerine bataklıkla mücâdele ne ise, tâğûtî düzen ve ideolojilerle mücâdelenin de o demek olduğunu unutmamak zorundayız.                



2- Allah’ın Hükümlerinden Yüz Çevirme: Allah (c.c.) insanların uymaları için birtakım hükümler, ilkeler ve kurallar koymuştur. Bu hükümlere uymamak, onlardan yüz çevirmek fitnedir. “O halde geçmiş vahyin mensupları arasında Allah’ın indirdiğine göre hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine uyma ve onlardan sakın ki Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (fitneye düşürmesinler)...” (5/Mâide, 49). Peygamber de dâhil, insanların Allah’ın hükmünden uzaklaştırılmaya çalışılması da bir fitne çabasıdır. (17/İsrâ, 73-74).



3- İşkence ve Zulüm: Kur’an; baskı, zulüm, işkence, eziyet ve benzerlerini fitne olarak niteliyor. Meselâ, Mekke döneminde Hicret etmeye mecbur kalan müslümanlara yapılan zulüm, işkence ve baskılar fitnedir (16/Nahl, 110). Kimileri de Allah’ın azâbını insanlardan gelebilecek fitneye (eziyet ve sıkıntıya) eş tutarlar. Halbuki bu ikisi arasında benzerlik bile yoktur (29/Ankebût, 10). Aziz ve Hamîd olan Allah’a inanmış ve O’nun hükümlerine uygun olarak yaşayan, ya da yaşama çabasında olan mü’minlere eziyet edenler, onlara baskı uygulayanlar, ya da onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar (onları fitneye düşürmek isteyenler); tıpkı Ashâb-ı Uhdûdu ateşe atıp işkenceyi seyredenler gibi Cehennemlik olurlar. “İman etmiş erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler var ya, şüphesiz onlar için cehennem azâbı vardır. Yakıp kavuran azap da onlaradır.” (85/Bürûc, 10). Âyet-i kerîmede “Uhdûd ashâbı” mü’minlere yapılan işkence anlatılmaktadır. Hangi dönem ve hangi toplum olursa olsun, haksız yere gördükleri zulüm ve işkencenin varlığını bildikleri halde sabretmeleri ile bir nevi işkence fitnesini mağlûp etmişlerdir. Bu olay, sonra gelenlere ve gelecek olanlara sabır ve sebat hususunda verilen en güzel ibrettir.



“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Elbette Allah, aşırı gidenleri (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha beterdir...” (2/Bakara, 190-191) Bu âyette kullanıldığı şekliyle, Arapça “fitne” kelimesinin tam karşılığı;  “şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmaktır.” Bu âyette, o gün yaygın olanlara ters düşen inanç ve teorileri savunan kişi veya grupları baskı ve şiddetle cezalandırmanın çok kötü bir hareket olduğu ve toplumdaki durumu düzeltmeye yarayan, fikir ve teorileri yayan ve savunan kimseleri işkence ve kaba kuvvetle bundan vazgeçirmeye çalışmanın zulüm olduğu anlatılmaktadır. Kan dökmek, çok kötü bir davranış olmasına rağmen, insanları, kendi inanç ve ilkelerine bağlayan değerler nedeniyle bastırıp ezmek ve onları baskı gruplarının inançlarını benimsemeye zorlamak bundan daha kötüdür. Bu nedenle, tartışıp anlaşmak ve insanların haklarına saygı göstermek yerine, vahşi gücü seçen bu insanlara karşı zor kullanmak helâldir ve haklı sebebe dayanmaktadır.



İnsan, hürriyetiyle, özgür düşüncesiyle vardır. Düşünme yeteneğini yitirmiş veya bu kabiliyetini kullanma fırsatı bulamamış insanlar, zaten insanî ve İslâmî sorumluluk altında değildirler. Bir nevi köle veya savaş esiri durumundadırlar. Kendi varlığının farkında olmak demek olan özgür inanç ve düşünce yeteneği, insanın zorunlu doğal mecrâsında yürümesini gerekli kılar. Bu tabiî akışını zorla engellemeye kalkışmak, teneffüs ettiğimiz havayı zehirlemek, hayat kaynağı olan suyu, toprağı elinden almak ve ona hayat hakkı tanımamaktır. Bu şartlar altında hayat hakkını kullanabilmesi için savaşması da kendi varlığı gibi doğaldır. Bu âyet, modern asrın câhil ideolojilerine ve bu hayat görüşlerinin toplumsal bakış açılarına da sert bir eleştiri getirmiş oluyor. Bütün ilericilik ve çağdaşlık yaftalarını tekellerine alıp bunları kullanmalarına rağmen çağın beşerî ilke ve düzenleri, kendi mantığına aykırı düşen hiçbir fikrî canlılığa hayat hakkı tanımıyor. İşte, bazen işkence, bazen öldürme, fâili meçhul, katliâm ve bazen de insanî haklarını elinden alma tehdidi ile insanları inançlarından çevirme girişimlerini, Kur’an “fitne” olarak değerlendiriyor. İnsanın en doğal hakkını gasbetmeye çalışanlara karşı savaş açmasını, gerekirse onları öldürmesini emrediyor. Çünkü insandaki en saygı değer yetenek, özgür düşünme kabiliyetidir. Bu yeteneği imhâ etmek, insan fıtratını imhâ etmektir; insanın var oluş gâyesini ifsâd etmektir.            



4- Saptırmak, Yoldan Çıkarmak, Tuzak: “Ey Âdemoğulları, ana ve babanızı onların çirkin yerlerini göstermek için onların örtülerini çekip atarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şeytan, bir fitneye düşürmesin. Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden  onlar  sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık...” (7/A’râf, 27) Bu âyetler, Hz. Âdem’in kıssasından Âdemoğullarına alınması gereken ibreti ve dersi öğütlemektedir. Şeytanın ve şeytana tâbi olan dinsizlerin ne kadar kötü hareketlerde, iddialarda bulunduklarını teşhir etmektedir. Bu çağrı, Allah’ın evini çıplak tavaf etmelerinin ve atalarının yapageldikleri şeylerin Allah’ın emri ve hükmü olduğunu ileri sürmeleri konusundaki câhiliyye geleneklerine ilişkin bir uyarıdır.



Bu âyette, birinci çağrı; Âdemoğullarına ana babalarının yaşadığı sahneyi ve ayıp yerlerini örten iç elbisesi ile insanı güzelleştiren dış elbiseyi ve en hayırlı giysi olan takvâyı (7/A’râf, 26) insana göndermedeki Yüce Allah’ın nimetini hatırlatma amacına yöneliktir. İkinci çağrı ise; genelde tüm insanlara ilk günlerinde İslâm’ın karşılaştığı müşriklere yönelik, şeytana teslim olmamalarına ilişkin bir sakındırma mâhiyetindedir. Hayatları için seçtikleri sistem, yasa ve gelenekler noktasında ona uyup fitneye kapılmamaları için bir uyarıdır. Nitekim şeytan, daha evvel ana babalarının cennetten çıkarılmalarına sebep olmuş, avret yerlerini göstermek için elbiselerini çıkarıp çıplak bırakmıştı. Dolayısıyla eski ve yeni câhiliyye toplumlarının karakteristik özelliği olan çıplaklık ve açık saçıklık, şeytanın saptırması sonucu işlenen eylemlerden biridir. Bu, insanla düşmanı arasında süren savaşın bir cephesidir. O halde Âdemoğulları kendilerini tuzağa düşürmek için başta şeytan ve şeytanî modalar olmak üzere düşmanlarına fırsat vermemelidir.



Yüce Allah, sakındırmayı artırmak, korunma duygusunu ön planda tutmak için onlara, şeytan ve yardımcılarının kendilerinin göremeyeceği yerlerden onları görebildiklerini haber vermektedir. O halde şeytan, gizli yöntemleri ile onları tuzağa düşürme açısından hayli güçlüdür. Dolayısıyla kendilerini saptırmaması için çok ihtiyatlı olmaya, fazlaca uyanık bulunmaya ve sürekli hazırlıklı olmaya ihtiyaçları vardır. Şeytanı, inanmayanlara dost yapması, gizli düşmanlıkta bulunan tehlikeli dost anlamındadır. Şeytan, bir nevi dost görünüp felâkete sürükleyen gizli ajan niteliği taşıyor. Bu durumda tehlikeli dost, kişiyi boyunduruğu altına alarak istediği yöne sürükleme fırsatını yakalamış olacaktır.



“(Müşrikler) Az daha, seni, sana vahyettiğimizden saptıracak ve ondan başka bir şeyi yalan yere Bize isnad etmen için neredeyse fitneye düşüreceklerdi. Ancak o takdirde seni candan dost kabul edinirlerdi.” (17/İsrâ, 73). Bu âyetin, dinde bazı tâvizler isteyen müşrikler hakkında indiği rivâyet edilir. Demek ki kâfirler müslüman olmak için Hz. Peygamber’den bazı tâvizler istemişlerdi. Peygamber de onları İslâm’a çekebilmek için bu isteklerine kalben biraz meyletmişti. Bu âyet, onu tâviz vermekten men etti. Çünkü hakta tâviz olmaz; hak eğriltilemez; hakka bâtılı karıştırmak, hakkı hak olmaktan çıkarır. Tâviz de daha başka tâvizleri doğurur. Tevhidden ve ilâhî esaslardan tâviz vermeye kimsenin hakkı yoktur.



Aynı düşünceler, aynı tehlikeli saptırma mantığı, bugün de değişik boyutlarda mevcut. Kâfirlere şirin gözükmek için Allah’ın hor gördüklerine hoşgörü dağıtmak; müslümanları şiddetle eleştirdiği halde, tâğut ve zâlimlere en küçük tavır takınmadan kâfirce yaşayış içindekilerin beğenisini kazanacak şekilde dini tâvizlere boyayarak sunmak. Müslüman olmak, ama sosyal demokratlıktan da vazgeçmemek. Müslüman olmak, ama laikliği de kutsamak ve onu tartışma dışı bırakmak. Dini benimsemek fakat demokrasi tellallığı ve câhiliyye anlayışları ile telif şartıyla...



Bu tür fitnelerin, kişi ve toplum üzerinde büyük bir tesir meydana getireceğini bildiği için Allah, Peygamberimiz’i özel korumasına aldığını ifade ediyor. “Eğer Biz seni sebatkâr kılıp  sağlamlaştırmasaydık, onlara birazcık meyledecektin. O takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat taddırırdık; Sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsrâ, 74-75)



5- Belâ ve Sınama: Fitne aynı zamanda deneme, belâ ve sıkıntı anlamına da gelir. İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de, iman-küfür sınırındaymışcasına ibâdet eder. Kendisine Allah’tan bir ‘hayr’ dokundumu, bununla sevinir. Ancak, başına hikmetin gereği bir fitne (belâ veya deneme) geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı da âhireti de kaybederler (22/Hacc, 11).



Peygamber’in dâveti sıradan bir insanın dâveti gibi değildir. Onun dâvetine uymamazlık edilemez, emrine karşı gelinemez: “...Rasûl’ün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın (fitnenin) çarpmasından, yahut onlara acı bir azâbın uğramasından sakınsınlar.” (24/Nûr, 63).



“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının rededilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır.          



Toplumsal düzensizlik başlı başına bir fitne olmasına rağmen, adâlet mekanizmasının çalışmaması, infaz kılıcının suçluların boynuna değil de; mazlumların ve güçsüzlerin boynuna indirilmesi ve bu toplumsal aldatmacanın ilke halini alması durumunda, Allah’ın kılıcı infaz görevini üstlenir. Bu infaz, bütün toplumu hedef alır. Çünkü toplum içinde dengesizliklerin had safhalara ulaşmasına rağmen, toplumdaki şuurlu müslümanların ve aydınların bazı beşerî menfaatler nedeniyle olaylara göz yummaları, toplumsal dinamikleri harekete geçirmemeleri, zulmün egemenliğini meşrû/uygulanır kılmış olur. Bâtılın meşrû ilân edilmesi ise, toplumsal ahlâkın çökmesi demektir. Kur’an’ın geçmiş toplumlarla ilgili çarpıcı örneklerini biliyoruz. Âd kavmi, Semud, Lût ve Nuh kavmi; yere geçirilen kavimlerden sadece birkaçıdır. Bu kıssaları ibret verici bir üslûp içerisinde insanlara aktaran Kur’an, benzeri olaylarla mukayese edilerek tedbir alınmasını, aksi takdirde çok geç kalınmış olacağını ifade ediyor. Fitnenin her çeşidinin her yönden her insanı ahtapot kolları gibi sardığı günümüzde, toplumsal belâyı hak ettiğimizi ve  bize verilen mühletin, son şansın tükenmek üzere olabileceğini değerlendirmemiz gerekmektedir; yarın hepimiz için çok geç olabilir.



Hz. Mûsâ (a.s.), buzağıya tapma olayından sonra kavminin arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı tutunca bu olayın bir deneme (fitne) olduğunu itiraf etmişti (7/A’râf, 155). Mûsâ (a.s.) kavminin pek çoğu Firavundan korktukları için imanını açığa vuramamışlardı. Hz. Mûsâ’nın; “...Allah’a teslim olmuşsanız O’na tevekkül edin” diyerek onları cesaretlendirmesi üzerine; “Ey Rabbimiz, Allah’a tevekkül ettik, Ey Rabbimiz zâlim bir milletle bizi deneme (fitneye düşürme)” dediler (10/Yûnus, 85; Hz. İbrâhim’in benzer bir duâsı için bkz. 60/Mümtehıne, 5).



Sihrin anavatanı sayılan Bâbil’e mûcize olarak gönderilen Hârut ve Mârut adlı iki melek kendilerinin bir fitne (deneme sebebi) olduklarını söylüyorlardı (2/Bakara, 102).



6- Karışıklık ve Kargaşa: Fitne, ortalığı karıştırmak, insanları birbirine düşürmek, onları birbirine karşı kışkırtmak, aralarını açmak, kuşku uyandırmak, kargaşaya ve anlaşmazlıklara sebep olmak, ortalığı karıştırmak gibi anlamlara da gelir. Türkçede yaygın olarak bu mânâlarda kullanılır. Kur’an’da “fitne çıkarmak”, “fitne  yaymak”   daha  çok  münâfıkların  özelliği  olarak geçmektedir (4/Nisâ/91; 33/Ahzâb, 14; 9/Tevbe, 48-51).



7- İmtihan: Allah Teâlâ, cin ve insan topluluğundan hakka sırt çevirenleri kastederek şöyle buyurur: “Eğer onlar doğru yola girselerdi, kendilerine gürül gürül bol su verirdik. Böylece onları fitneden/sınavdan geçirirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüzçevirirse, (Rabbim) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır.” (72/Cin, 16-17). Bu âyet-i kerimelerin insan ve cin topluluklarına verdiği mesajı üç bölümde toplayabiliriz.



a- Toplumların, Allah'a ulaştıran tek hak yolu izlemeleri ile, toplum refahı ve bu refahı sağlayan imkânlar arasında sıkı bir bağ vardır. Hangi zaman dilimi olursa olsun, suyun önemli rol üstlendiği de ayrı bir işarettir. Akla şöyle bir soru gelebilir: Şirk toplumları niçin bugün daha müreffeh ve zengin? Unutmayalım ki, müşriklerin refah ve zenginliği gerçek anlamda ve özenilecek özellikte değildir; onların ellerindeki, sadece parasal varlıktan ibârettir. Huzur, saâdet,  insanî değerler, tatmin gibi gerçek nimetler içinde olmadıkları bilinen ve kendilerince de itiraf edilen bir durumdur. Maddeye sahip olmak, insanların -hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar- çalışmaları oranında elde ettikleri kazançtır (53/Necm, 39-40). Ancak, maddeyi huzur ve güven vesilesi kılacak olan unsur, Allah'a bağlılık ve O’na itaattır. Müşriklerin sahip olduklarının, âhirette kendilerine hiçbir yararı dokunmayacağı gibi; dünyada fitneden, nice olumsuzluklara sebep olmaktan da uzak değildir. Tabii, çalışma ve Allah'a teslimiyet ölçüsü, müslümanlar için de geçerlidir; Müslüman da gerekli çalışmayı yapmadan maddî zenginliğe ulaşamaz. Huzur ve saâdetten nasip ise, her insan için, Allah'a itaati ve takvâsı nisbetindedir.   



b- Âyetlerin sunduğu mesajlardan en önemlisi, maddî bolluğun fitne/sınav sebebi olarak verilmesidir. Gerçekten de insan için en zor sınav, maddesel refah ve yüksek hayat standardının oluşturduğu rehâvet ve gevşeklik ânındaki imtihandır.



c- Bu âyetlerin dile getirdiği üçüncü gerçek şudur: Servet ve refahı sebebiyle Allah’tan yüzçevirmenin karşılığı Allah’ın azâbıdır. Nimet sahibine yüzçeviren nankörlerin karşılaşacağı son; şiddeti gittikçe artan sıkıntı ve azâbtır; Bolluğun ölçüsüne göre, nankörlüğü oranında sıkıntı ve azâb. İnsanların kendi aralarında en çok nefreti ve kızgınlığı dâvet eden kişilik bozukluklarından bir tanesi, iyilik ve güzel muâmeleye karşı çirkince, umursamaz bir vaziyete bürünüp âdice karşılık vermek, ya da iyilik sahibini unutmaktır. Âyette Allah, aynı zamanda bu tür eylemin çirkinliğine işaret ediyor. Düşünce tutarlılıklarını, inanç sistemlerini ve sadâkatte içtenliği ya da samimiyeti ölçmenin en doğru ve en kesin şekli, imtihandır. Bu ciddî sınav, kalp yapılanmalarına netlik kazandırır. O yüzden nimetle imtihan olan kimse, nimet sahibini unutmaz ve O’na şükrederse mü’min; nankörlük ederse kâfir olur. Nankör anlamındaki kelime ile kâfir kelimesi, bu kopmaz irtibat yüzünden Kur’an’da aynı kelime kökü ile (k-f-r) ifade edilir.



“Fitneden/sınavdan geçirmek amacıyla bazılarına verdiğimiz dünya hayatına ilişkin çekici nimetlere sakın göz dikme. Rabbinin (katındaki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 131) Bu âyette geçen fitne/sınav tâbiriyle, insanların erdem sahibi olmalarına ve yüce ahlâka ulaşmalarına işaret edilmiştir. Şöyle ki; insan, kendisinde bulunmayan câzip şeyleri elde etmek ister. Fakat insanın elde etme arzusu asla son bulmaz. Bu sebeple kendi zaafının farkında olan insanın, sahip olamadığı mal ve eşyaya ihtirasla bakması doğru değildir. Allah’ın ihtarına kulak verip bu zaafını bilen ve eşyayı emânet ve tevâzû çizgisinde, şükür ve acziyet bilincinde değerlendirebilme yeteneğini kazanan insan için iki önemli nimet vardır. Birincisi; mutmainlik, tatmin, yani doyumluluk. Bu, insanın psikolojik huzurunu temin eden önemli olgudur. Diğeri ise; âhirete yönelik ebedî saâdettir. Birincisinde, insanlar arasında meydana gelen günlük sosyal ilişkilerin ahlâkî boyutunu görmekteyiz. İkincisinde ise, erdem sahibi insanların dünyayı aşan yüce hedeflerini...



Fahreddin Râzî’nin açıklamasına göre bu âyetin nüzûl sebebi şudur: Ebû Râfi, Allah Rasûlü’ne misafir geldiğinde yemeğe ihtiyaç hissetmişti. Bunun üzerine Rasûlullah, Ebû Râfi’yi bir yahûdiye göndererek ileride ödemek üzere bir miktar un istetir. Fakat yahûdi, rehin olmayınca un vermez. Ebû Râfi, durumu gelip Allah Rasûlü’ne anlatır. Peygamberimiz (s.a.s.) üzülerek zırhını rehin olarak gönderir. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil olur. Bu âyette ve bu olayda önemli ibretler vardır. Mü’minlerin yolda yürürken karşılaştıkları konforlu arabaları, lüks villaları vb. eşyaları ihtirasla, özlemle izleyerek âdeta kendilerinden geçmelerinin, gelecekteki durumları için hiç de iç açıcı olmadığını bu âyet gösterir. Dünya malı, her ne kadar ilk planda nimet olarak görünse de aslında çok zor bir imtihan aracıdır. Olayı bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İnsanın izzetini ve haysiyetini imhâ eden şey, genellikle mal ve şehvettir. İşte bu noktada insana onur kazandıran varlık, mânevî değerler ve şükrü edâ edilen, miktarı az da olsa helâl olanlardır.



Sâlih (a.s.)’in kavmi, Hz. Sâlih ve ona iman edenlerin kendilerine bir huzursuzluk getirdiklerini düşünüyorlardı. Semud oğulları, Allah’tan af dileyip yalvarmaları gerekirken, imansızlıklarından dolayı gökten taş yağmasını ve azâb gönderilmesini istiyorlardı. Güya böylece Sâlih (a.s.)’in peygamber olmadığını ortaya çıkaracaklardı. Sâlih’i töhmet altında tutuyorlardı. Kur’an’da Allah, olayı şöyle anlatıyor: “(Semud kavmi Sâlih’e hitâben) ‘Sen ve yanındakiler bize uğursuzluk getirdiniz’ dediler. Sâlih dedi ki: ‘Sizin kısmetiniz Allah katında belirlenmiştir. Aslında siz toplum olarak fitneden/sınavdan geçiriliyorsunuz.” (27/Neml, 47) Semudoğulları gaybın anahtarlarının Allah’ın elinde olduğuna inanmadıkları için bazı olayları uğurlu veya uğursuz olarak nitelendirerek hayatlarına yön vermekte idiler. Bunlar, günümüzde de varlığını sürdüren hurâfe kalıntılarıdır. Uğursuzluk anlayışına dinde yer yoktur. Meydana gelen olumlu ya da olumsuz olaylar bazı durumlarda bir kişi için, bazı durumlarda da toplum için sınav mâhiyetindedir.



Benzeri imtihanlar, risâletin son halkası Peygamberimiz’in yaşadığı dönemde de gerçekleştirilmiştir. Bu sınavlar somut bir tarih ve toplum ismi ile zikredilmiş olsa bile, aslında bütün zamanları ve toplumları kuşatan niteliğe sahiptir. Çünkü Hz. Âdem’den kıyâmete kadar yaşayan bütün insanlarda ortak bir karakter ve mizac vardır. Allah insan nefsine/rûhuna takvâyı (sakınıp iyi olmayı) da, fücûru (kötülük duygusunu) da ilhâm etmiştir (91/Şems, 7-8). Bu, iki şekilde tezâhür eder: İman ve küfür. Birincisinde teslimiyet, istikamet, iyi ahlâk, emânet gibi özellikler; ikincisinde inkâr, inat, bozgunculuk gibi davranışlar. Bu farklılıkları Mekke toplumunda da görmekteyiz. Âyette şöyle anlatılıyor: “(Ey Muhammed,) Hani sana ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, sırf insanlara bir fitne/sınav konusu olsun diye ortaya koyduk. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” (17/İsrâ, 60). Bu âyetin indiriliş sebebini İbn Abbas’tan gelen rivâyetten aktaralım.  O der ki: “Allah zakkum ağacını zikrettiği zaman, onunla müşrikleri korkutmuştu. O zaman Ebû Cehil: ‘Muhammed’in sizi korkuttuğu bu zakkumun ne olduğunu biliyor musunuz?’ diye sordu. Kureyşliler: ‘Hayır, bilmiyoruz’ dediler. Ebû Cehil: ‘O hurma ve kaymaktır; Andolsun ki hurma ve kaymak bulursak zakkumlanacağız’ dedi. Bunun üzerine 44/Duhan sûresi 43 ve 44. âyetleri ile yukarıda zikredilen (17/İsrâ, 60) âyet-i kerime indirildi.”



Mîrac olayında Peygamberimiz’e gösterilen zakkum ağacı -ki cehennemin meyvesidir- ve müjdelenen zafer, Mekke toplumuna anlatılınca onlar hemen alaya başlamışlardı. Halbuki bu olayla o toplumun inanç gerçekliği sınavdan geçiriliyordu. Nitekim âyetin sonunda belirtildiği gibi bu korkutma yoluyla imtihan, onların birçoğunun küfrünü artırmıştı. İmanın ve teslimiyetin sıhhatini belirleyecek en önemli ölçü, gaybın bilgisine olan tavırdır. İnsan, gördüğü ve işittiği, dokunduğu ve duyumsadığı herhangi bir şeye inanabilir. Bunda yücelik aranmaz; zaten  iman  da bu değildir. Teslimiyette ölçü; bilmediği, görmediği ve dokunamadığı fizikötesi gerçeklere inanmaya yapılan ilâhî çağrıya gösterilen tepkide açığa çıkar. “O müttakîler, ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (2/Bakara, 3) Bütün dönemler boyunca ve bütün toplumlarda imanda ciddiyet bu yolla ölçülmüştür. Küfrün alenîliği de bu yolla güç bulmaya çalışır. İnsan idrâkinden uzakta olan meseleler ön planda tutularak küfür için sağlam ölçüler (!) elde etmeye çalışılır. Yani gaybın haberleri, iman ve küfrün fitnesi, sınavı, ayıracıdır.



İmtihan/deneme anlamında “fitne” kelimesinin kullanıldığı diğer bazı âyet mealleri: “Böylece ‘Aramızdan Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı?’ demeleri için Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik (fetennâ). Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” (6/En’âm, 53)   



“İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize duâ eder. Sonra, ona Bizden bir nimet verdiğimiz vakit: ‘Bu benim bilgim sâyesinde bana verildi’ der. Hayır! O bir fitnedir/imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar.” (39/Zümer, 49)



“(De ki:) Bilmem, belki de o azâbın ertelenmesi sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak içindir.” (21/Enbiyâ, 111) Genelde kâfirlere ve zâlimlere karşı sergilenen bu tavır, azâbı hak edecek belge ve delillerin sâbit olup çoğalması içindir. İnsanlar bunun farkına varabilseler, yani sınanıp denendiklerini anlayabilseler elbette hiçbir ipucu ve delil bırakmak istemez; yani iman ederler, zulümlerinden vazgeçerler ve sâlih amel peşinde olurlardı.



“İnsanlar, fitneden/imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitneden/imtihandan geçirdik. Elbette Allah, sâdıkları/doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (29/Ankebût, 2-3)



“İnsanlardan; ‘Allah'a iman ettik’ diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezâya uğratılınca, insanların azâbını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa; andolsun ki, ‘doğrusu biz sizinle beraberdik’ derler. Allah herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?” (29/Ankebût, 10



“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek herkese: ‘Biz fitneyiz/imtihan için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak  ilim öğretirlerdi...” (2/Bakara, 102) Âyette iki büyük gerçek vurgulanmıştır. Birincisi şeytanların artık sadece İblis olarak değil; tamamen insan modelli bir varlık şeklinde faâliyet gösterdiği belirtilmiştir. İblis bir sembol olarak telâkki edilir; Kötülüklerin, hilelerin, tuzakların, hâinliğin sembolü. Şeytan ise daha genel ve kötülük merkezi olan bütün odakların -ki bu bir fert, bir kurum veya devlet olabilir- ünvânıdır. Bu nedenle Hz. Süleyman’ın halkına Süleyman’ın sihirbaz olduğunu ilân edenler de şeytan ruhlu insanlar ve onları azdıran cinler idi. Hüküm de kesin olarak belirlenmiştir. Şeytana bilinçli olarak hizmet eden ve ona aracılık yapan da şeytandır. Bu, insan da olabilir, cin de; erkek de olabilir, kadın da.



İkinci bir gerçek ise, tehlikeli sınav. İnsanlar ve cinlerin kullanıp kullanmayacaklarını ölçmek üzere ellerine tehlikeli imkânların veya silâhların verilmesi sûretiyle denenmeleri...  Tüm yeryüzü, dün olduğu gibi bugün de sınav salonudur. Ellerine kimyasal silâhları alıp çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek ayırmaksızın kin ve kan kusan modern dünya ve onlara yardımcılık yapan uşakların hem bu sınavı kaybettiklerini ve hem de şeytan olduklarını belirtmek gerekir. 



8- Dünya Nimetleri: Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer deneme (fitne) aracıdır (21/Enbiyâ, 35). İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar.” (39/Zümer, 49)



Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak inanan kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah’ın katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için hazırladıkları daha çok ve daha kalıcıdır (20/Tâhâ, 131). Dünya nimetlerinin fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne olarak nitelendirir.



9- Mal ve Çocuk: İnsana emânet olarak verilen mallar ve çocuklar da onlar için bir fitnedir, deneme ve sınama aracıdır. Mala ve çocuğa olan tutku ve aşırı ilgi, kişiyi Allah yolundan, O’na kulluk ve ibâdetten alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken Rabbine karşı görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir ve haddi aşabilir. Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda harcanması, mal üzerinde hakkı olanların haklarının verilmesi İslâm’ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan mal insan için denemedir. Evlâtların fitne/sınav olması da buna benzer. Allah’ın çocuk nasip ettiği anne ve babalar için, çocuklarını fıtratlarına uygun olarak terbiye etmek, onları sâlih insan olarak yetiştirmek, en önemli görevlerdendir.



Mala ve çocuklara karşı olan tutku, onları ve âileyi koruma ve kollama duygusu, insanı bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp haksızlık yapmaya sürükleyebilir. Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir fitnedir. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a gelince; büyük mükâfat O’nun yanındadır.” (8/Enfâl, 28; Ayrıca bkz. 64/Teğâbûn, 14-15). (Malların ve çocukların deneme sebebi olduğunu “bel┠kelimesiyle ifade eden âyetler için bkz. 3/Âl-i İmrân, 186; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 165).



İnsanları, çoğu zaman Allah’ı anmaktan, O’nun yolunda cihad etmekten alıkoyan en önemli iki dünya meyvesi; birincisi servet, diğeri de sahip olunan evlâttır. Bu iki varlığı elden kaçırmama uğruna pek çok fedâkârlığa katlanır insan. Meşrû çizgide olduğu sürece buna zorunludur da. Fakat Allah'a ait sorumlulukların terkedilmesine sebep olursa elbette ebedî mükâfatı kaybetmiş olur. Allah için sevme ile Allah'a rağmen sevmenin açığa çıktığı, Allah rızâsı için sevme ve bunları emânet ve imtihan bilme ile, Allah’ı sever gibi sevme ve Allah’ın rızâsına onları tercih etme sınavı, en net biçimde bu iki şeyde ortaya çıkar. 



İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir. Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük, zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur. İnsan,  bazen  bu  zayıf  yönlerinden  mala  olan  düşkünlüğüyle,  onu  elinde tutmanın hırsı ile deneniyor. Bu deneme de iki yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır. İnsanın sabrının ölçüldüğü bu hususlarda insanların başarılı olması ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden daha fazladır. Bu ikinci yönü, zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir. Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme endişe ve telâşı içerisinde  gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal hırsı ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı telâfi etmesi çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği mücâdelenin karşılığında, âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir” değil; özellikle altı çizilerek vaad edilmiş olarak “büyük ecir” vardır. İnsanlar, genellikle zorlukların bir sınav olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu zannederler. Halbuki, varlık, sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.



Kur’an’ın bildirdiği fitneye dair tespit edilen temel hususları özetlersek; baskı ve şiddet, zulüm, güvenliği tehdit eden veya güvenliği olmayan ortam, küfür, şirk ve tuğyan, iç kargaşa ve karışıklık, idrâk yeteneğinin kaybolması, toplumu kuşatan belâ ve musîbet, bazen varlık ve servet ve bazen de yokluk ve sıkıntılarla denenme gibi bazı durumlarda ferde, bazı durumlarda da topluma yönelik olayları fitne olarak vasıflandırırız. Ancak bir de bunların tümünü kapsayan fitne var ki, o da soyut anlamı ile “sınav”dır; yani özellikle insanın varlık sebebi olan fitne. Allah’ın dışında ve O’nun yarattığı bütün eşya, canlı cansız, akıllı akılsız varlıklar bir denemedir; insana yönelik bir deneme. Diğer fitne türleri ise bu denemenin başarılı olup olmamasından doğan olaylardır. (3)