ü) Duada Tevessül:

Tevessül; aracı kılmak manasında olup, kendisiyle herhangi bir gayeye ulaşmak için aracı kılınan sebebe de vesile denilir. Vesile edinilen şey, amel ve şahıs olmak üzere iki kısma ayrılır: Amel ile tevessül; şahıs ile tevessül.



Amel ile tevessül: Bir kimse salih bir amelini vesile edinerek Allah'a dua edip herhangi bir dilekte bulunabilir.  Hz. Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa erebilesiniz."  (Maide: 3/35). Bu âyet, mücerret iman ile yetinmeyip, Allah'tan korkmayı, fena ahlâktan ve fena amelden sakınmayı emretmekte; Allah'a yaklaşmak için, haramlardan  kaçmanın  yanında  farzları  yerine getirmeyi, bunun da ötesinde güzel işler yaparak kendimizi Allah'a sevdirmeyi tavsiye etmektedir.[391] Bu âyetteki "vesile"  kelimesini "Allah'ın râzı olacağı ameller"  olarak anlamak gerekir.



Şahıs ile tevessül: Allah'ın sevdiği bir kul olarak bilinen bir kimseyi vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak manasına gelir. Bu da üç şekilde olabilir:



1. Vesile kılınan Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, çoğunluk bunu câiz görmüştür.



2. Peygamberimiz'in dışındaki bir şahıs ise; bunu da iki kısımda ele almak gerekir:



a- O an için hayatta olan sâlih ve muttakî birini vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak. Bu da o şahsı alıp birlikte dua etmek şeklinde olur. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, bu iki zatın; Peygamberimiz'in amcası Hz. Abbas'ı önemli dualarında yanlarında bulundurdukları ve onunla tevessül ettiklerine dair rivâyetler vardır.[392] Fakat, bu rivâyetlerde dikkatimizi çeken nokta, bu iki halifenin, o an için vefat etmiş olan Hz. Peygamber'i vesile edinerek (“onun yüzü hürmetine” diyerek) dua etmiyorlar da, Rasûl'e o gün için en yakın olan ve hayatta olan amcasına tevessül ediyorlar. Vesile edilecek kişinin hayatta olup olmaması önemli olmasaydı, o iki güzide sahabe, o gün vefat etmiş olan Rasülûllah'a tevessül ederlerdi. Ama böyle yapmadılar. Bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla, bugün hayatta olup da sâlih ve muttakî olduğu, Allah'a yakın olduğu zannedilen şahıslarla birlikte biz de dua edebiliriz. Buna kimse itiraz edemez. Çünkü sâlih ve muttakî kimselerin dualarının kabul edilmeye daha yakın olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz: "Allah, ancak muttakilerin (yaptığı şeyi) kabul eder." (Mâide: 5/27).    



b- Vefat etmiş olduğu halde, Allah dostu ve Allah'a yakın olduğu zannedilen bir şahsı vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak: Bu şekilde ölmüş birini vesile edinerek dua edileceği konusunda ne Kur'an'da, ne sünnette bir delil yoktur. Kur'an'da Rabbımız dua mâhiyetinde yüzlerce âyet vahyederek bize duanın nasıl yapılacağını da öğretmiştir. Bu âyetlerin hiçbirinde Allah ile kul arasına bir şey konularak dua ettirilmemiş, doğrudan doğruya Allah'a dua yapılacağı gösterilmiştir. Peygamberimiz'in dualarına baktığımızda, onun dualarını hep vasıtasız, herhangi bir şeyin "yüzü hürmetine" olmaksızın, direkt Allah'a yaptığını görmekteyiz. Şüphesiz Rasûlüllah bizim için örnektir. Biz, dinimizi onun örnekliğinde öğrenmek zorundayız. Yine Peygamberimiz'in hayatında ona iman etmiş, onunla beraber yaşamış ve Kur'an'da Allah'ın övgüsüne mazhar olmuş sahâbilerin de dua ederken, ölmüş herhangi bir şahsı (buna Rasûlullah da dahildir) vesile edinerek dua ettiklerini görememekteyiz. Bu konuda  hiçbir rivâyet yoktur. Mesela; Sahabilerin, Rasülullah'ın vefatından sonra, "Onun yüzü hürmetine..."  diyerek dua ettiklerini bilmiyoruz.



Kısacası, vefat etmiş şahısları vesile edinerek dua etmek Kur'an ve sünnetin ruhuna uymamaktadır. Hayatta  olanlarla  birlikte  dua  etmek  de  nihayet  bir  ruhsattır. Yoksa, duanın gereklerinden biri değildir. Elmalılı bu konuda şöyle der: "Dua hakkındaki Bakara 186. âyetinde cevap, tashih edilmeden doğrudan doğruya buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duanın kabulü ile açıklanmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır: Cenab-ı Allah, duada kulu ile kendisi arasına bir aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle diyor; 'kulum vasıtaya dua vaktinin dışında muhtaç olabilirse de, dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur, Ben ona yakınım."[393]



Sâlih kimselerin adını anarak, onları vesile edinerek dua yapmanın daha doğru olduğunu iddia edenlerin bu konuda ileri sürdükleri gerekçe şudur: "Biz günahkâr insanlarız. Bizim dışımızda Allah'a yakınlık sağlamış, O'nun yanında hatırı sayılan kimseler vardır. Bizler dünya hayatında bir büyüğün yanına işimizi yaptırmaya giderken nasıl ki onu tanıyan, onun da sevdiği kişilerle gittiğimizde işimizin gerçekleşme şansı daha yüksekse, aynı şekilde Allah'tan herhangi bir talepte bulunurken de tek başına gitmektense O'nun sevdiği kullarıyla gitmek daha iyi olur. Ayrıca, mesela, bir cumhurbaşkanıyla görüşmek istediğimizde nasıl onunla direkt görüşemiyor ve önce sekreteri, yardımcısı gibi kimseleri geçerek ona ulaşıyorsak, kâinatın yöneticisi olan Allah ile de direkt görüşmek olmaz. Mutlaka arada Ona yakın olan, Onun sevdiği birilerinin olması gerekir. Biz tek başına müracaat edemeyiz."



Bir defa Cenab-ı Allah'ı, herhangi bir varlıkla kıyaslamak yanlıştır. O'nun eşi ve benzeri yoktur. Dünyadaki devlet başkanlarının sekreteri ve yardımcısı olduğu halde Allah'ın yardımcısı ve sekreteri yoktur, O tektir. Yine dünyada halk ile devlet başkanı arasındaki ilişkilerde resmiyet geçerli olduğu halde, insanlar ile Allah arasında resmiyet yoktur. Sonra, insanların kendilerinin günahkâr olduğunu, dolayısıyla tek başına Allah'ın huzuruna gidemeyeceklerini söyleyerek mutlaka tevessüle gerek duymaları sadece duygusal bir zandır, bir felsefedir. Halbuki Cenab-ı Allah günahkârların günahlarını itiraf edip tevbe etmelerinden çok hoşlanıyor. Rasûl-i Ekrem, şöyle buyuruyor:  "Kulun tevbe etmesi ile Allah'ın hoşnutluğu ıssız bir çölde devesini kaybedip sonra onu bulan sizden birinizin sevincinden daha fazladır."[394]



Dinde sadece iyi niyet duyguları yeterli değildir. İyi niyetle birlikte yapılan işin şeklinin de dinin ölçülerine uyması gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz "Ben çok günahkârım. Allah'ın yanına bu halimle tek başıma gidemem..." gibi duygular görünürde Allah karşısında tevâzu ve zilleti ifade ediyor. Evet bu duygular çok güzel. Ama bu doğru duygulardan hareketle sanki Allah'ın huzuruna çok günahkâr olanlar tek başına gidemezmiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Halbuki Cenab-ı Allah, Kitabının hiçbir yerinde  "çok günahkâr iseniz tek başınıza değil; sevdiğim kişilerle beraber tevbe ve dua edin"  demiyor. Rasûlullah’tan da, bu konuda bize herhangi bir şey ulaşmamıştır. Görüldüğü gibi, sadece zanlarımızla hareket ediyoruz. Halbuki din, zanlar üzerine değil; nasslar üzerine kurulur.



Biz, Allah'a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah'a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah'a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak suretiyle Allah'a yakın olabiliriz. Mürşidler, âlimler, müttakîler, kendilerine tâbi olanlara Allah'ın râzı olacağı yolu ve yaşamı gösterirler. Onlar da gösterilen bu hayatı amele dönüştürürse kendileri de Allah'a yakın olurlar. Yoksa mücerred onların yanında bulunmakla bu gerçekleşmez. Şüphesiz Allah'a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah'ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah'a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle  söyler:  "Ya  Fâtıma!  Nefsini  ateşten  kurtar.  Çünkü  ben,  senin  için  Allah'tan  bir  şeyi savamam."[395] Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.



Kısacası, Kur'an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel dua, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah'a yalvararak yapmamız gereken dualardır.[396]