Taftazani'nin Vahdet-i Vücud Risalesi:

Zalimlerin, zatı hakkında tüm söylediklerinden yüce ve münezzeh olan Allah'a hamd ederim. Salat ve selam, pervasızca Hakkı haykıran, bir uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed ile şeriatı olduğu gibi koruyup muhafaza eden ehl-i Beytine, dinine yardım eden sahabesine olsun.



Asıl konuya gelince: Yüce ve hiç bir şeye ihtiyaç duymayan Allah'a muhtaç olan bu yoksul yazar, Sa'duddin Tatazanî olarak şöhret bulan Mes'ud b. Ömer (Ömeroğlu Mesut) -Ki Allah kendisini doğru yola iletsin ve ona gerçeğin tadını tattırsın- söze şöyle başlamak ister:



Muhiddîn Arabî'nin "Füsûsu'l-Hikem" adını taşıyan ve batıllarla dopdolu olan kitabını gördüğümde, bu konu üzerinde konuşmamı hak istedi. Gerçek de beni bu konuda konuşmaya sevketti. "Füsûs" kitabı ümmetleri dalâlete ve sapıklığa yönelten bir kitaptır. Kalb ve gönülleri öldüren, gerçek ve şer-i hükümlerle çelişen bir kitap...



Şu gerçeği oldukça iyi bilmelisin ki, yüce Allah, rahmetiyle kullarını yarattığı gibi, onlara doğru yolu da en gerçekçi ve açık bir şekilde beyan etmiştir. Onlara, akıl denen bir nimetle, hakkı bilme, tanıma gerçeğine ulaşabilmeyi bir nur olarak ihsan etmiştir. Akıl ile gerçeğe ve istediklerine ulaşabilme hüccetini (delilini) sunmuştur. İnsanlar bu sayede, yaratılanlara bakarak yaratanın gerçeğini kavrayabilirler. Yine verilen bu akıl sayesinde, Esma ve sıfatlar açısından yüce Allah hakkında nelerin caiz ve nelerin de muhal (olamaz) olduğu gerçeğini kavrayabilirler. (1) Nitekim yüce Allah'ın peygamber göndermesi işi, O'nun caiz olan fiilleri arasında yer alır. Aynı zamanda yüce Allah, gönderdiği peygamberlerini mucizeler yoluyla da doğrulamaya kadirdir, bu da yüce Allah hakkında caiz olan hususlardandır.



İşte bu noktada aklın tasarrufu ve yetkisi sona erer. Çünkü akıl, meadı yani bundan sonraki ahiret alemiyle ilgili gerçekleri bilme ve tanıma noktasında bağımsız değildir. Ayrıca orada kullar için mutluluklarını veya mutsuzluklarını sağlayacak gerçekleri de bilme olanağından yoksundur. Aklın görevi, bağımsızlığı sadece Allah'ı tanımada ve peygamberlerin doğruluğunu kabulde sözkonusudur. Bundan sonra akıl, kendine döner, peygamberlerden, bunların dünya ve ahiret hayatlarına ilişkin söylediklerini kabul etmeleri gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), zaten akıl gerçeğiyle çelişmeyen ve aklın da açıkça ve bürhana dayalı olarak kabul edecekleri şeyleri söyler, yoksa akılca muhal olabilecek yani olamaz olan bir şeyi peygamber söyleyemez. Çünkü yüce Allah'ın hüccetle, batıl olarak hakkında bir hüküm verdiği şeyin varlığı sözkonusu değildir. Böyle bir şeyin şeriatca varid olmasına olanak yoktur. Ayrıca aklın hakkında olamaz yani muhaldir diye hüküm verdiği bir velayetin ve keşfin de durumu sözkonusu değildir.



Aksine bu ikisinden her birinin olabilir ya da olası şeyler olduğu gerçeği gündeme gelebilir. Kaldı ki şeriat, aklın bağımsız olmadığı bir alanda bir şeyi anlayıp algılamasını red eder. Ancak aklın almada bağımsız olmadığı bir şey, keşif yoluyla ortaya çıkabilir. Çünkü bir şey eğer, keşif ve ayan (ortaya koyma) yoluyla bilenbilecekse, orada aklın bedahati ve bürhanından söz edilemez. Fakat bu anlamdaki bir şey, akla sunulunca, akıl böyle bir şeyin batıl ve geçersiz olduğuna hükmedemez. Çünkü böyle bir şey, akılca "olabilirler" arasında yer alır. Bu, tıpkı şuna benzer. Kainattaki varlıklardan, herhangi birisinin, yüce Allah'ın varlığı dışında yok olması gibidir. Bu, mümkündür, olabilir. Böyle bir durum, gerçeğe ulaşan ariflerin "Arifi vasılîn" nazarında böyledir. Bu anlamdaki arifler "Fena fittevhid" derecesindeki bir fena derecesine erenlerdir. Bu hal ise, bir tek olan ve hereyi gücü altında tutan kahhar zatın nurlarının tecellisinde olabilir. Bu, tıpkı gündüz güneşin ortaya çıkmasıyla, ışıkları ve aydınlıklarının varlığıyla birlikte, güneşin etkisiyle adeta yok olan yıldızların durumu gibidir. İşte ilahî tecellilere mazhar olanlar da, bu durumlarında eşyadan hiçbir şeyin varlığını değil, sadece yüce Allah'ın varlığını müşahede ederler. Tıpkı gündüz yıldızlar yerinde oldukları halde, güneşin etkisiyle nasıl ki gözükmüyorlarsa, bu arifler de eşyanın varlığına rağmen sadece yüce Allah'ı müşahede ederler. Arifler, böylece bir tek Allah'ı müşahede etmeleri, tüm varlıklar arasında sadece yüce Allah'ı görmeleri, öteki varlıkları görmezlikten gelmeleri olayına "Vahdeti mutlaka veya mutlak vahdet" yani mutlak birlik adını veriyorlar. Bu ise, Marifet ehlinin varabileceği ya da erişebilecekleri en son dereceleri olmaktadır. "Mutlak vahdet", marifet erbabınca, bizim yukarıda açıkladığımız gerçeğin adıdır. Yoksa bu, vahdet-i vücutcu görüşün ileri sürdükleri, yani bu kafirlerin savundukları bir vahdet değildir. Çünkü vahdet-i vücutculara göre -Vahdet-i mutlak'a göre değil- tüm kainatın varlığı, hatta tüm murdarlıklar, pislikler, kazurata varıncaya dek her şey evet her şey -haşa- Allah'dır. Yüce Allah, zalimlerin ve haddini aşanların kendisi hakkında ileri sürdükleri tüm bu şeylerden yüce ve münezzehtir.



Oysa yerde ve gökte var olan tüm mümkün şeyler, bu ikisi arasında yer alan her mümkün, sofistlerin ileri sürdükleri gibi, "bunların hiçbirisinin gerçekliği yoktur, hepsi sadece hayalden ve seraptan ibarettir." İslâm diniyle hiçbir ilgisi olmayan bu türden safsatalarını ve hükümlerle alakası bulunmayan bu türden itiraflarını keşif süsü vererek, bunlara revaç kazandırmak isterler. Hatta ağızlarıyla da, keşfin, akıl ötesi bir iş olduğunu gevelerler. Sen de bilirsin ki, keşif denilen mertebe, aklın elde edemeyeceği bir mertebedir. Fakat, böyle olmakla birlikte aklın aynı zamanda bedahatla reddettiği yani aklın açıkca muhal gördüğü bir şeye ulaşmak demek değildir. Ayrıca bundan şöyle bir anlam da çıkarılmamalıdır. Bu, aklın elde edemeyeceği türden şeylerdir, diye bir vehme kapılmamalıdır. Aksine bu, muhaldır, olmazdır. Aklın bu gibi şeyleri iptal kılmada ve geçersiz saymada bir rolü ve görevi vardır. Buna gidiş yolu öncelikle tasavvur yani düşünceden, sonra da tasdikten geçerek, bu şeyin batıl olduğuna karar verir. Bu ise zaten bedahatle yani açıkça ve delile dayalı olarak aklın görevidir.



Fakat mümkün ve insanın elinde olan yani kesbî denilen şeylere gelince, akıl bunları imkân terazisinde tartar. Bunların batıl olduğuna ilişkin herhangi bir hüküm vermez. Diğeraraftan, keşf yoluyla bilinip de, akılca bilinemeyecek olan şey, bunlara göre, sadece mümkün olan şeylerden ibarettir. Zaten bunların yolu da açıktır, bunlar için bir bürhana da gerek yoktur. Çünkü bunlar ayan denen aynlarda varlığı olamaz olan muhallerden değildir. Çünkü keşfe göre, mümteni olan yani olamayacak olan bir şeyi, mümkün kılmaz. Yani aynlarda böyle olamayacak bir şeyin, keşif aracılığıyla olabilecek demek değildir. Çünkü böyle bir şey, gerçeklerin mümteni olanla, batıl olan şeyler arasında durmadan değişiklik göstermesidir ki, bu olamaz.



Meselâ keşif yoluyla ve ayanla muhalin değişiklik göstermesi olabilseydi, tıpkı mutlak vücudun (varlığın), bir tek şahıs olması ve aynı zamanda harici bir mevcut olması gibi. Yine bir vahidi şahsînin, tüm bu görünen varlıklarda, onlar üzerinde tekrar etmek suretiyle yayılmış ve dağılmış olması, hem de, görülenlerde, herhangi bir bölünmeye gitmeksizin ve başka bir şeyle karışarak çoğalma olmaksızın bir şahsi vahid, tek bir varlık... Bu, şeytanın bir aldatmacasıdır, İblisin bir tuzağıdır. Bozuk inançlıların bir hokkabazlığıdır, gözboyacılığıdır. Yanlışın ve hatanın da kaynağıdır. Bir de gerçekle gerçek olmayanı ayırdedememektir. Yani şu anlatılan şeylerden aklın muhal gördükleriyle, bir aklın ulaşamayacakları şeyleri, meselâ tecelli nurlarının her tarafı kaplaması suretiyle kainat varlığının bir anlık yok oluşu gibi, şeyleri ayırdedememelerindendir. Ancak böyle bir şeyi elde edebilmek de ya ilahî bir cezbe sayesinde veya gerek ilmî ve gerekse amel^ö görevlerde yüce peygambere uyarak egzersiz yapmak ve riyazatla kazanılır. Bu anlamda bir şeyi elde edebilmek, ittisalî yani bağlılık anlamında bir kazançtır, amaca eriştir. Bunu bilmekse, ancak idraka ve kavrayışa dayalı bir elde ediştir, kazançtır.



Ayrıca aklın her şeyi anlayıp algılamada bağımsız olmadığı ve aklın ulaşamayacağı bir şey, mutlaka bu gibi tüm şeyler, yüce Allah'ın bildirmesine ve irşadına bağlıdır. Ancak alemlerin Rabbi tarafından bir bildirim ve irşad olmalı ki, akıl onları bilebilsin. Yüce Allah'ın nebi ve rasulleri yani genel ifadesiyle peygamberleri göndermesi -Allah'ın salat ve selamı hepsinin üzerine olsun-, birinciyi açıklamaya yöneliktir. Yani konuyu bildirmek meselesine bağlıdır. Bu ise, açıkca şeriattır, şeriat ilmine işarettir. İrşad ile de ikincisine işarettir ki, bu da hakikat ilmidir. Burada remz ve telvih yani sembol ve işaretler sözkonusudur. Nitekim bu manadaki bir telvihi Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetiyle görmekteyiz. Yüce Mevlamız şöyle buyuruyor:



"... O'nun zatından (yüzünden) başka her şey yok olacaktır." (Kasas: 28/88)



Bu âyette geçen "yüz yani zat" ifadesiyle, fena fittevhid'de fani yani yok oluş derecesine erebilmektir, buna bir işaret vardır.



İSLÂM DİNİ KEMALE ERDİRİLMİŞTİR



Ayrıca yüce Allah, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.) ile, İslâm dinini kemale erdirmiştir. Aynı zamanda bu dini, alemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.) aracılığıyla halka karşı olan nimetini de tamamlamıştır. Nitekim yüce Allah bu gerçeği de gayet açık bir şekilde ifade buyurmuştur. Şöyleki:



"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide: 5/3)



Kim, Allah'ın gösterdiği yola uyarsa, kim O'nun hoşnutluğuna kulak verirse, kim de Allah'ın âyetlerini inkardan uzak kalırsa, itikat ve inanç bakımından kim de sapıklıktan kaçınırsa, aklın tesbit ettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in de tüm peygamberlerin açıkladıkları gibi iman ederlerse, işte böyleleri kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır, demektir. Artık bunlar en yüce derecelere aday kimselerdir. Dolayısıyla, bunlar için hiçbir korku ve üzüntü olmayacağı müjdesini de ver. Aynı zamanda takva sahipleri için vadolunan cennete de bunlar erişirler.



Kim de nebîlerin ve rasullerin dininden döner, ölü toplumların isteklerine yönelirse, kim saadetten ve muvaffakiyetten yoksun kalırsa, kim de hep yolu yokuş yukarı çıkarsa, aşağılık sofistlerin safsatalarıyla yetinirse, bu, içi ve dışı kararmış eşkiya denen kafirlere uyarsa, şeriatı inkar edenlere arka çıkarsa, hak din ve mezhepleri reddederse, "dinler ve inançlar sadece bir yaldızlı sözlerden oluşan, halkın kimi problemlerini çözmek için ortaya konan tuzaklardır" diyenlerin ve böyle inananların ardından kim koşarsa, Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti bunlar üzerine olsun.



Çünkü bunlar halkı şaşırtmışlar, hem azıp sapmışlar ve hem de saptırmışlar, hidayeti bırakıp körlüğü, nurları, aydınlıkları bırakıp zulüm ve karanlıkları seçmişlerdir. Böylece kendilerine cehennem yurdunu helal kılmışlardır. Bir takım ilim sandıkları uydurmaların peşine takılarak dini gönüllerinden ve boyunlarından söküp atmışlardır. Bunlar özellikle Allah'ın dinine ve yoluna engel olan bir takım kimselerin yoluna uymuşlar ve onların izinden gitmektedirler. Böylece gittikleri yolda hep eğiriyi ve hep sapkınlığı arayıp durmuşlardır. Bunlar aynı zamanda ahiret yurdunu da inkar edenlerdir. Zavallılar kendilerinin gerçek üzere olduklarını sanıyorlar. Oysa dikkat edin bunlar, yalancıların ta kendileridir. Oysa şeytan bunları çepe çevre kuşatmış ve kendilerine şöyle vesvese ve telkinde bulunmuştur:



"-Nebilerin ve rasullerin yani peygamberlerin tabileri olan ve onların izinden giden İslâm liderleri, müctehid imamlar, şeriat ve ahkam âlimleri, zahiri âlimlerdir, yüzeysel bilgiye sahiptirler. Böyleleri şeriatın iç yüzünü, sırrını öğrenemezler, çünkü bunlar geri zekalıdırlar." Evet, şeytan gerçek İslâm bilginleri hakkında bu şekilde saçmalıklarla vesvesede bulunur. Yine bu tipler, kendileri için de, zındıklıklarını örtmek suretiyle, "hakikat ilmine erenler", adını ileri sürerler. Oysaki bunlar hakikatı ve gerçeği ortadan kaldıranlardır. Bunların iddialarına göre, şeriatın sırrına erenler, ancak felsefecilerdir. Çünkü bunlar felsefecileri, hükema diye, hem de gerçekçi hükema diye adlandırıyorlar. Aynı zamanda böylelerine tedkikci uzak görüşlü kimseler adını da veriyorlar. Bu yüzden bunlar çok dikkat ve titiz davrandıklarını, üstün akıl ve zeka sahibi olduklarını, mantıksal anlamdaki ilimlerinde köklü temellere ve güzel esaslara dayandıklarını, hendesi ya da matematiksel bilimleriyle, gizli gerçeklere erebildiklerini ileri süren bu adamlar ve bunlara bağlı olarak hareket edenler, peygamberlerden öğrenilen gerçeklere ve inançlara bağlı kalan değerli zatlara uymayı kabullenemezler, çünkü üstünlük peşindeler, kendilerini büyük görmekteler. Bunlar, İslâm önderlerine, müctehid imamlara ve İslâm alimlerine, şeriatlere bağlı kalmaya yanaşmazlar, kendilerini bunların üzerinde görürler. Çünkü peşine takıldıkları kafirleri taklitten ayrılmazlar. Bunlar dini esaslarda ve ahiretle ilgili akidevi konularında, bağlı bulundukları efendilerinin kıyaslamalarına bakarlar, onları tahkik ve tedkik erbabı kabul ettikleri için de hep onların çizgisinde yürümek isterler. Oysaki bu gibi uhrevî yani ahiret hayatiyle ilgili ve akideyi içeren konular, ancak Hz. Peygamber'in yüce Allah'dan alıp bildirmesiyle bilinebilir. Aklın o konularda herhangi bir bağımsızlığı yoktur. Nitekim Kur'ân'da bu gerçeğe işaret buyurmaktadır:



"İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân-ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin." (Şûrâ: 42/52)



Bu kimseler, kendilerince aklî ilimlerine bağlı kalarak, aklî tasarruflarda bulunurlar. Çünkü bu aklî ilimler de yol, açıklık yani bedahat ve bürhandır. Böyle bir şey, aslında akıl sahibi topluluklarca bu manada bir kıyasa gitmenin açıkca batıl ve geçersiz olduğu da asla gözardı edilmemeli, zaten bunun gizli bir yanı da yoktur. Dinî akideler ve inançlar konusunda sadece ve sadece akıllarına dayanıp güvenenler, özellikle aptal cahillerdir, sefih düşüklerdir ki, bunlar ateş yaranıdırlar. Cehennemde ebedî olarak da kalıcıdırlar. Bu gibi konularda bunlara uyanlar da kördürler, bu körlükleriyle onları en büyük bir ahmaklıkla izliyorlar, onlara tabi oluyorlar. Özellikle de bu tiplerden en sapık ve en katı yürekli olanlara tabi olanları unutmamak gerekir. Bu beyinsizler bu alanda en aptallarını ve en önde gözüken adamlarını Taklid ederler. Zaten tasavvufcu geçinen zındıkların adeti ve huyu böyledir. Bunlar felsefeci geçinen vahdet-i vücutcu kafirleri taklit ederler. Oysaki İslâm bu tiplere, ne İslâmî yönden, ne felsefî açıdan değer vermez. Aslında mülhidler yani dinsizler ve sofistler aklın bedahatına ve açıklığına rağmen, muhal yani olamaz olan şeyleri açıkca ileri sürerler. Akıl ve nakil açısından kesinlikle olamaz ve muhal olan şeyleri hep gündeme getirirler. Bunlar aslında kainatın tümünün ilahlığına kanidirler ve böyle bir fikri ileri sürerek gerçekte, yerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Rabbimizi inkar ederler. Bu arada tüm semavî kitaplarda ifade olunan ve açıklanan gerçekleri de yalanlarlar. Tüm eşyanın tevhidini, bir ve aynı olduğunu ileri sürerek müşrik olmuşlardır. Tâ Hz. Adem (a.s.)'den başlayarak son peygamber olan bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar, tüm peygamberlerin dinlerini yıkıp yok etmeye çalışırlar. Bu cahil tasavvufcu geçinenlerin iddialarına göre, Batıl vahdet-i vücut felsefecilerinin zındıklıkları ve zındıkları, zaruri olan ilimlerin açıkça bildirmesine bakarak, bunları mutlak vahdete bir vasıta ve vesile kabul ederler. Ki bu mutlak vahdet, bunlara göre marifet erbabının varabilecekleri, erişebilecekleri en son dereceleri olmaktadır. Oysa bu zındıklar nerede, sözünü ettikleri marifet ehli nerede.. birbirleriyle kıyaslanmaları bile mümkün değildir. Bu zındıklar apaçık bir dalalet ve sapıklık içindedirler, aynı zamanda kör ve cahil bir toplum içindedirler. Çünkü bu kesimin ileri sürdüklerine göre, mutlak vahdeti şirk ve zındıklık olarak ileri sürdüler.



Bu kesime göre, İslâm'ın bayraktarları durumunda olan müctehid imamlar, değerli İslâm âlimleri, halkın önderleri ve yol gösterenleri bu zındıkların seviyesine ve mertebesine ulaşamazlarmış. Çünkü gerçek İslâm âlimleri bunlara göre zahiri âlimlermiş. Bunlar zındıklık bilgilerine dayanarak, kendi bilgilerine hakikat ilmi adını verirlerken, hakkı iptal etmişler, gerçekleri göz ardı etmişlerdir. Bunlara göre, bu anlamda bir hakikat bilgisine erişebilmek, ancak daha önce geçen kafir felsefeci geçinenler olmuştur, bir de bunların dinsiz ve zındık olan tabileri... ki bunlara Allah lanet etmiş ve bir de lanet edebilme durumunda olan her varlık lanette bulunmuştur. Zira bunlar görünürde Allah'a şirk koşarlarken, gerçekte Allah'ın varlıkları dışındaki varlığını inkar ediyorlar, Allah'ın âyetlerini ve mucizelerini kabul etmiyorlar, reddediyorlar. Aynı zamanda İslâm dinini ve hatta tüm peygamberlerin dinlerini red ve inkar ederek geçersiz kılıyorlar. İşte bu sözüm ona tasavvufçu sofistler böylesi tuhaf bir tevhidle kafirlerden de öteye en büyük kafirdirler. Böylesi bir yolu taklit edenler de, hüsrana uğrayanlardan öte bir hüsran ve zarar içindeler.



Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde: 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler." (Bakara: 2/8)



Sakın bunların bu sapkınlıkları seni Allah'ın âyetlerinden uzaklaştırmasın, bunlar senin için bir engel oluşturmasın. Seni bunlar İslâm dininden ayırmasınlar. Yine bunların peşine takılarak sakın, peygamberlerin gösterdiği yol ve çizgide gidenlerin uyanlarından olmaktan uzak durmayasın.



İslâm dinini ve peygamberlerin getirdiği sistemi, inancı yıkan bu zındıklardan bir takım felsefeci geçinenler, fakih yani İslâm âlimi hüviyetine büründüler, onlar gibi görünmeye başladılar. Böylece dinden sıyrılıp çıkmış "bu yüzden de şeytanın takibine uğrayarak, sonunda azgınlardan olmuştur." (A'raf: 7/175) Çünkü bu zındıklar ve şeytan bunlara şeytanî bir taklidi öngörmüştür. Böylece müslüman âlimler sûretinde küfür liderleri sahneye çıkmıştır. Böylece bu kimseler cahillerden bir takım insanları saptırmışlardır. Aynı zamanda ilim öğrenen, ilme talip olanlardan da bir takımlarını dalalete sürüklemişlerdir. Bu tip kimseler ortada kalmışlar, ne oradan ne buradan, olabilmişler, şaşkın şaşkın dolaşıp durmuşlardır. Böyleleri hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor:



"Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlarından olan kimsenin haberini oku." (A'raf: 7/175)



İşte âyette de belirtildiği gibi, onlar, bu zındıkları ve dinsizleri tıpkı Bel'am b. Baûra (1)'nın kör taklidi misali taklidet etmişlerdir. Böylece gerçekleri görmekten kör olmuş, kötü itikatlar içinde bocalayıp kalmıştır. Zira semavî olan ve Allah tarafından gönderilen kitaplardan yüzçevirmişlerdir. Bunlar ilim adamı olmaları bir yana, avamdan yani sıradan halktan bile olamamışlardır. Çünkü içinde bulundukları rezaleti bırakmamışlardır. Zira bunların karakterlerinde, kendilerini dalalet erbabına benzetmeleri yüzünden akıllıca davranma sevgisi yoktur. Zira üstün zekalı gibi görünerek sapıklıkta ısrar edene göre, aptal olan kimse daha çok kurtuluşa yakındır. Nitekim, gözü gören şaşı kimseye göre, kör olan insan gerçekleri kabulde, selamete çok daha fazla yakındır.



FÜSUS SAHİBİ



Diğer taraftan füsûs sahibi Muhiddîn Arabî, büyük bir çığırtkanlıkla ve aşırı bir hamakatle, çirkin bir davranışla haddini aşmış, kendi adî varlığını, kararmış gönlüyle aşırı giderek, Hz. Adem (a.s.) ve ondan sonra gelip de o çizgide gidenlerden üstün kabul etmiştir. Çünkü kendi adî nefsini (varlığını), dini kemale erdirme ve bitirme bakımından, bir binayı tamamlayan altın kerpiç ya da tuğla mesabesinde tutarken, peygamberlerin sonuncusu olan bizim peygamberimiz (s.a.v.)'i de, binadaki gediği kapatan gümüş kerpiç ya da tuğla olarak değerlendirmiştir. Böylece bu sapık kişi, değil sadece peygamberleri aynı zamanda alemlerin Rabbi olan yüce Allah'ı da yalanlamış bulunmaktadır. Çünkü bu sapık adamın iddiasına göre, alimlerin ve beşerin efendisi olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.)'le din kemale ermemiştir. Oysa Hz. Peygamber Arap ve Arap olmayan herkese peygamber olarak gönderilen bir peygamberdir. İşte bu peygamberin gönderilmesiyle birlikte kesin olarak -İbn Arabi'ye göre- tamamlanmamış ve bir eksiği, gediği kalmış olan dinin, kapatılması gereken ya da yerine konması icabeden iki tuğlası ya da kerpiçi bulunuyor. Bu açık gediği kapatacak olan iki tuğladan biri gümüş, diğeri de altundan olan tuğladır. Gümüş tuğla, kendisiyle peygamberlik kapısı kapanan peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Altun tuğla ise, yine bu adam kendisini işaretle, velayet yani evliyalık mertebesi kendisiyle sona eren, -kendi iddiasına göre- zatını göstermektedir. Oysa bu sinsi ve de sapık adamın kendisi, bu haliyle şüphe uyandıran, çirkin ve iğrenç davranışıyla yalancı peygamber olan Müseylemetü'l-Kezzab'ı da geçmiştir. Çünkü Muhiddîn Ardabî, yalnızca yalancı Müseyleme'nin çizgisinde kalmakla yetinmemiş, ben peygamber (s.a.v.) ile eşit bir peygamberim gibi bir şeyle yetinmemiş, daha da ileri giderek, mülhidlerin ve dinsizlerin, kalbi ve gönlü kararmış olanların önde gelenleriyle, kendisinin velilerin sonuncusu olarak isimlendirilmesine dek gitmiştir. Böylece adamları onu velilerin sonuncusu olarak değerlendirirlerken, İbni Arabî'yi herkesten ve peygamber (s.a.v.)'den de üstün kabul etmiştir. Peygamberlerin sonuncusuna karşı olanların bu durumlarından ötürü Allah'ın laneti onların üzerine olsun.



Ayrıca bu melankolik adam, bu kara sevdaya tutulmuş kişi, bu afyon yutmuş adamın durumunun, aşağılık zındıklarca revaç bulması da bir takım rüyalara dayanmaktadır ki, bu rüyaları da ancak geri zekalılar ve bunamış olanlar doğrularlar. İbn Arabî'nin "Füsûs" adlı paçavrasının dibacesinde (önsözünde ve takdiminde) yer aldığına göre, kendisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i rüyada görmüş, Hz. Peygamber (s.a.v.), bu adama rüyasında, Füsûs adlı kitabı vermiş ve bunu her tarafa yaymayı kendisine söylemiştir.



Şimdi sen hiç duydun mu ki, herhangi akıl sahibi bir insan, böyle zındıklık içeren,. hem akla ve hem de şeriata aykırı olan, baştan sona dek batılla dolu olan böyle bir kitabı Hz. Peygamber vermiş olsun? Bu, hiç olacak bir şey mi ki? Bu kitap verilecek ve bununla, asıl olan Şeriat yani Kitap ve Sünnet baştan sona geçersiz kılınacak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ölümünden altı yüzyıl sonra gelen sözüm ona bir kitap baş köşeye oturtulacak, hem de bu kitap rüya yoluyla verilmiş olacak öyle mi? Yani Hz. Peygamber (s.a.v.) "Füsûs" denen bu saçma kitapla, dinini, hem de 23 yıl gibi bir zaman süresince hayatının sonuna dek, her türlü sıkıntı ve güçlüğe, sui kastlara katlanarak yaydığı dinini yıkacak bir kitabı, rüyada tavsiye edecek ve yayılmasını, halk arasında yaygınlık kazanmasını isteyecek?



Yüce Allah tarafından indirilen tüm semavî kitapları geçersiz kılacak, mebde ve mead ile ilgili hususları, alemlere, peygamberlere karşı tavır sergileyen, ilahlık savında ileri gidenlerin "saçma kitabı", kabul edilecek öyle mi? İlahlık davasında bulunan bu iddiacılar, gerçekte yüce Allah'ı bilip tanıyanlara karşı savaş açarak onları sefih ve cahil kimseleriye tanıtmaya kalkışmışlar, Allah'a gerçek kullukta bulunanları da aptal ve müşrik olarak görmüşlerdir. Bunların mebde ve meadla ilgili durumlarıysa hayatları boyunca kulları şaşırtmak ve gerçeklerden uzaklaştırmak olmuştur. Kısaca peygamberlerin, yani nebi ve rasûllerin dönemlerinin bitiminden sonra, her şey birbirine karışınca, gerçek tersyüz gösterilince, hakikatleri bu afyoncular, bu eroinmanlar mı, bu apaçık aptallıkları ortada olanlar mı ortaya koyacaklar?



Hiç kuşkusuz akıl sahipleri, bu tür saçma rüyalar üzerinde kurdurulmaya ve oturtulmaya çalışılan sapkınlıkları bilirler. Hem de onların durumlarıyla ilgili olarak anlatılan hikayeler bunun doğruluğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.. Samimi ve dürüst insanların, İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre, bunlar oldukça yalancı, oldukça afyonkeş kimselerdir. Bu tipler adeta saçma sapan sözler sarfeden adi, düşük seviyeli, rezil ve bunak kimselerden farksızdırlar. Nitekim "el-Mevakıf" adlı eserin sahibi adudulmille veddîn diye tanınan Adududdin Abdurrahman b. Rükneddîn (1281-1355) -Allah derecesini illiyîn de yüceltsin-'e "Füsûsu'l-Hikem" adlı kitabın sahibi olan İbn Arabî'nin "Fütûhât" adlı kitabı hakkında sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: "Siz Mekke sıcağında başı dönmüş kuru mizaçlı bir mağribînin peşine mi takılmak istiyorsunuz, ki durmadan yediği kuru ot yani afyondur, afyon yutup durmaktadır. Yediği şeyler küfürden başka bir şey mi ki?" Bu konuda İbni Fariz de ona uyarak, şu hezeyanı savurmuştur. Yazmış olduğu "Taiyyetü'l-Kübra" adlı kasidesine, rüyada Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından "Nazmu's-Sülûk" diye isim verilmesini emrettiğini ileri sürmüştür. (1)



Doğrusu gerçek düşünenler ve akıl sahipleri de bilirler ki, bu tür şeyler birbiriyle çelişen tenakuzlarla dolu hayalden ibaret şeylerdir. Hepsi de dumanlı ve afyonkeş kafaların ürünüdür. Çünkü bunlara göre, tüm bu görünen kainat varlığı bizzat Allah'ın kendisidir. Bu durumda her şey Allah'tır. Allah'dan başka ortada bir varlık yoktur, ne bir nebi, ne bir Rasûl, ne gönderilen bir şey, ne de kendilerine bir şey gönderilmiş olanlar diye bir durum sözkonusu değildir. Kuşkusuz varlığı vacib ve zorunlu olan bir zat için uyku yani uyumak diye bir durum sözkonusu olamaz. Ayrıca varlığı vacip olan bir zatın yani Allah'ın, peygambere, bir başkasına uykuda emir buyurması konusunda bir emir vermesine de gerek yoktur. Çünkü kendisi Allah'tır -haşa-. Fakat bir kimse eğer yolunu düz yolda şaşırmışsa, dolayısıyla böyle düşük seviyeli kimselerin bir düşüklükleri, kayıpları olacaktır. Bu durumda görürsün ki bu türden adamlar, hepsi bir takım cahillerden oluşmuş kimselerlduklarından, bunlar da bu türden düşük seviyeli kimselere kanat gererler, onlara boyun eğerler. Oysa hepsi de bir avuç sapık kimselerden oluşmuşlardır. Böylece fasık kafirlerin tuzağına ve ağına takılırlar, imanlarından sonra bunların yoluna girerler. Hem de gruplar halinde bunu sürdürürler. Oysaki bunlar Allah'ın âyetlerini ve yine yüce Allah'ın uyarıda bulunduğu şeyleri alaya alırlar, oyun ve eğlence gibi değerlendirirler.



Sonunda mümkünattan olan her şeyi, hatta pislik ve murdarlıkları, kazuratı bile, eşi, benzeri ve dengi olmayan yüce Allah'a denk ve ortak koşarlar. Çünkü bu sapıklar, Füsûs kitabının içerdiği yıkıcı zındıkça ifadeleri, dinin perçinlenmiş temel esasları olarak değerlendiriyorlar, kitabın bu anlamda şeyleri içerdiğini ileri sürüyorlar. Ancak bu kitap felsefeci geçinen kafirlerle onlara uyan zındık sözde tasavvufcular, kendilerine keşif ve açık bir şekilde gösterilen şeylere uyduklarını söylüyorlar. Oysaki bunlar, şeriatça red olunan keşifle gerçeğe ulaşamazlar. Zira bunların keşif diye ortaya koydukları ve şeriatın da reddettiği şeyler, oyunbaz ve hayal perestlerin hayal ürünlerinden ibaret olan şeylerdir, bir de şeytanın bunlarla oynadığı oyunlardır.



Diğer taraftan eğer bunlara yüce Allah'ın apaçık âyetleri okunup, kendilerinin kesinlikle açık bir dalâlet ve sapıklık içinde oldukları okunca, belirtilince konudan yan çizerler. Dosdoğru olan yoldan saptıkları aktarılınca, bir de kendilerine, tıpkı yayın oktan çıkıp gittiği gibi, bunların da İslâm dininden çıktıkları anlatılınca ve tüm peygamberlerin, dayandıkları semavi kitapların ifade ettikleri gerçeklerden uzak düştükleri söylenince, hemen konuşmanın seyrini değiştirirler. İşi başka yönlere çekmeye, haktan sapmaya, doğruları tersyüz etmeye, tevile gitmeye kalkışırlar. Dine bu yalan yanlış ifadelerle ta'n etmeye, dil uzatmaya yönelirler. Yine ilahî ve semavî kitaplarda yer alan hükümlerin yorumunu kendi sapık ve dinsizlik içeren mezhepleri çerçevesinde yorum yaparlar. İslâmî kurallara, akideye, tefsir bilginlerinin icmaına aykırı görüşler sergilerler. Onlar Allah'ın âyetleriyle ilgili bu yanlış yorumlarıyla ilhada ve dinsizliğe sapmış oluyorlar. Yine onlar bu tür saçma tefsirleriyle yüce Allah'ı inkara saparak küfre giriyorlar. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sahih olarak rivayet olunan bir hadise göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:



"Doğrusu kim, kendi görüşüne dayanarak Kur'ân'ı tefsir ederse, kesinlikle küfre girmiş olur." (1)



İLİM EHLİNİN GÖRÜŞÜ



Yine ilim ehlinin icmaına ve ictihadına göre, nassları asıl manalarından, zahiri anlamlarından da işittirip, batınîlerin, dinsiz zındıkların iddiaları doğrultusunda yorumlayanlar, apaçık bir küfrün ve sapıklığın içine girmiş olurlar. Eğer bu türden kimselere, "Allah dinini, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'le ikmal etmiş ve şeriatını da kıyamete dek, teyid ederek desteklemiştir. Dolayısı ile kemale erdirilen bir şeye ek yapmak, bir eksikliktir, dinle oynamaktır, hatta ebedî olan bu şeriatı yıkmaktan da öte bu, küfürdür, sapıklıktır" dense, hemen bu cahiller, işin aldatmaca yönüne girişirler ve Allah'ın âyetleri hakkında ilhadca yani dinsizce tevil ve yorumlarla, teşbihlerle İslâm dinini yıkmaya çalışırlar. Müctehidlerin ictihadlarıyla belirledikleri, mutlaka takyidetme (kayıtlama), Amm olan bir hükmü tahsis etme gibi şeylerle bir benzetmeye giderek, İslâm'ı yıkmaya çalışırlar. Oysa ictihadla, mutlaka takyidetme, Amm olanı tahsis etme gibi gerçeklerle, bunların İslâm dininin sağlam esaslarını ve yıkılmaz binasını yıkmaya yönelik ilhadlarını kıyaslamaya çalışırlar. Oysa aralarında kıyaslanabilecek bir ortak noktaları yoktur, hiçbir benzerlikleri sözkonusu değildir. Çünkü bu kimselerin en büyük gayretleri ve sermayeleri aklın açıkca ortaya koyduğu bir gerçeğin karşısında büyüklük göstermektir, tüm işleri yüce Allah'ın kavline ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlerine karşı inkarcılıktır, red ve dinsizliktir. Varlığına yemin ederim ki, onlar büyük bir sarhoşluk içinde bocalayıp durmaktalar, hem de oldukça uzak bir sapıklıkla başıboş ve avare olarak gezip duruyorlar. Çünkü bunlar:



"Allah'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez." (Tevbe: 9/32)



Bu âyette belirtildiği gibi, kafirler ve onların yandaşları ne Kur'ân'a ve ne de O'nun temsil ettiği İslâm dinine asla zarar veremezler.



BİR BAŞKA HUSUS



Bir başka husus da, genel olarak bu mülhid tasavvufçular, bu felsefeci geçinen vahdet-i vücutcu kafirleri taklid edenler, şunu haykırıyorlar. Kainatta var olan her şeyi ilah ilan ediyor, hatta habis ve murdar şeyleri, kazuratı bile ilah sayıyorlar. Aynı zamanda bunlar, tüm haram olan şeyleri de kendileri için mübah kabul ederlerken, oruç ve namaz gibi ibadetleriyse hiç de önemsemiyorlar. Ancak bunların önde görülenleri daha çok İslâm'ı şiarları, prensipleri yapar görünerek, namaz ve oruç gibi ibadetleri ikame ederek, abid kılığında gözüküp, fazlaca ibadet ediyor havasını oluşturarak ilhadını ve dinsizliğini ibadetlerle süsleyerek ortaya çıkıyorlar, zındıklarını böylece zevklendiriyorlar. Bunun adına da tasavvuf ilmi adını veriyorlar. Oysa tüm beşerin efendisi ve tüm halkın en hayırlısı olan Hz. Peygamber (s.a.v.) onları şöylecae tanıtıyor: "Dinde külfetle ve şekilciliğe önem vererek ibadet eden bu türdeki bu toplum hakkında Rasûlullah buyuruyor ki: "Sizden herhangi birisi (ileride ortaya çıkacak olan) o toplumun namazlarının yanında kendi namazını, onların oruçlarının yanında kendi orucunu küçümseyecektir. Onlar tıpkı avdan (avı delip) çıktığı gibi dinden çıkacaklardır." (1)



Onlar böyle yüce bir ismin perdesi arkasına saklanarak, güzel fiiller yapar gözükmek suretiyle küfrün şekil ve yönünü değiştirerek, İslâm ehli olan bir çok kimseleri de doğru olan yoldan saptırmış olurlar. Özellikle de yüce Allah bunlardan bir takımlarına, bilemedikleri bir yönden istidrac kabilinden yani bir bakıma keramete benzer ve fakat keramet olmayan bir şeyi verince, bunlara daha da sapıklıkta ileri giderler. Kitabın ifadesine göre böyleleri, öleceklerinde ancak küfür üzere ölürler, yani kafir olarak hayatlarına son verirler. Tıpkı bazı papaz, rahip ve deccalların gösterdikleri gibi, bu manadaki sözde tasavvufcu geçinen dinsiz ve sapıklar da harikulade durumlar gösterebilirler. Bir takım cahillerde onlarda gördükleri bu gibi hallere bakarak, bu zındıkları doğru dürüst kimseler kabul ederler. Onların harikulade gibi gösterdikleri şeylere istidrac denir. (2) Cahiller bu istidraclara bakarak, bu deccalleri birer ilah olarak kabul ederler. Hemen her bakımdan gerçek bir şekilde bu ilah gibi kabul ettikleri deccallere boyun eğerler. Tıpkı kendilerinden önceki müşriklerin yaptıkları gibi davranırlar. Nitekim yüce Allah onlardan haber verirken şöyle buyurmaktadır:



"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih İsa'yı rabler edindiler. Halbuki onların ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır." (Tevbe: 9/31).



Nitekim bu ekipten olan Mevlana Celaleddin Rumî, Şeyhi Şems-i Tembirizî'yi kendisinin ilahı olarak görmüştür. Bu bakımdan Farsça bir beytinde onu şöyle tanımlıyor:



"Ey benim güneşim ve benim ilahım! Ey benim varlığım ve bekam kendisinden olan zat, şimdi Hakka eriştim. Ey benim hakkımı bana veren Hakk!"



Dikkat edilirse, Mevlana, beytinde Şems için ilah ve Hakk terimlerini kullanmaktadır,, bunu mutlak anlamda zikretmiş bulunmaktadır. Kısaca adam diyor ki:



"Ey Tebrîzî! Sen, beni Hakk'a ulaştıran ilahımsın ve sen, bana hakkımı veren Hakk'sın. Çünkü sen bana vahdet-i vücut mezhebini, görüşünü öğrettin ve yine sen bana öğrettin ki hem gerçekten sen ve hem de tüm mümkün olan varlıklar ilahsınız. Eğer sen olmamış olsaydın, seni tanımamış olsaydım, ben de tıpkı müctehid imamlar, âlimler, cumhur ve uzağı gören zatlar gibi peygamberlerin tabilerinin inancına benzer bir itikada sahip olacaktım. Çünkü peygamberlere tabi olanlar, gerçekte yüce Allah'ın zatını, kainattan ayrı olarak ve tüm yaratılanların yaratanı, tüm sonradan var olanların mucidi olarak görüyorlar. Aklın da kesin olarak tesbit edip kabul ettiği, görüşlerin de ortaya koyduğu ve semavî kitapların da ifade ettiği gibi bir inanca sahip olacaktım. Çünkü tüm rasuller ve nebiler bu konuda icma ve ittifat içindeler. Evet ben de böyle inanacak, ben gerçeği göremeyen kısır görüşlülerden olacaktım. Yoksa ben, gerçeğe ulaşan tahkik erbabından biri olmayacaktım."



Kuşkusuz böyle biri, bırakın sıradan müslümanları bir tarafa, bunlar kendilerini dinin önderlerinden, liderlerinden, Hakk'ın başı durumundaki kimselerden ve yakîn erbabından da üstün görmekteler. Doğrusu bu anlamdaki bir sapıklığı kendilerine din olarak seçenler, bu manada batıl olan bir mezhebi benimseyenler, hem de lanetli bir düşünceye bağlı bulunanlar, kendi adlarına şunu tescil etmiş bulunuyorlar. Bunlar aslında gökler ve yer ehlinin ibadetleri anlamında ibadette de bulunsalar ve yine bunlar harikulade yani olağanüstü haller de sergileseler, yine de kafirlerden de öte kafir ve hüsrana uğrayanlardan da öteye bir hüsran içindeler.



Özellikle sana uyarıda bulunuyorum ve diyorum ki, böylelerinin peşinden gidenlerin söylediklerine kulak vermeyesin, bunları dinlemeyesin. Çünkü bunlara uyanlar, bunları savunurlarken, şöyle bir gerekçe ileri sürüyorlar. “Bu adamlardan meydana gelen bu ve benzeri sözler, ancak kendilerine vecd halinin galebe çalması sonucu oluşmaktadır. Bunlar manen sarhoşturlar. Çünkü vecd ve sekr yani sarhoşluk ve kendinden geçme hali, Rabbanî bir durum olduğundan, bu da ancak, fena fittevhid makamında fani olanlarda meydana gelen bir haldir. Bu da zaten bir arifin halinden ibare olan bir durumdur. Dolayısıyla böyle bir durumda, bu kimsenin nazarında Allah’dan başka mevcut ne varsa, hepsi yok olur, ortadan kaybolur. Bu durumda tüm varlıklardan, hatta insan kendinden bile geçer, kendini bile tanımaz, kendisinin görünür ve görünmez tüm durumlarından bile geçer. Böyle bir durumda, yani vecd ve sekr durumunda insanın aklına başka hiçbir şey gelebilir mi ki? Bırakın kendisini ona bağlı kılmakla, kendisini tek bir ilah kabul etmeyi de bir yana bırakın, hiçbir şeyi bile göremez olur. Evet, böylelerinden bu zındıkların içlerinde gizledikleri bu türden sözler ortaya çıkar. Çünkü bunlar, kendi durumlarını gizli tutan ve Rabbanî bir dine inanca bağlı olduğunu perde olarak ileri süren bu şarlatan vecd ve sekr sahiplerinden, ancak şeytanca bir aptallık ve bunaklık zuhur eder, başka bir şey değildir.”



BU TÜRDEN BEYTLER



Diğer taraftan zındıklar bu ve benzeri beytlere takılarak hareket ediyorlar. Oysaki bu ve benzeri beytler, hülûlcuların saçmalıkları, mülhid dinsizlerin de hezeyanlarından ibaret şeylerdir. Çünkü bu ve benzeri beytlere dayanarak insan şeytanlarını ilah ediniyorlar, sonra da yüce Allah’ın gelen şu âyetini arkalarına atıyor, gözardı ediyorlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor:



“Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin, diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra hiç size kafirliği emreder mi?” (Al-i İmrân: 3/80)



Bu zındıklar aRabbimizin şu kavline de iltifat etmezler, dönüp de bakmazlar. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın (rabler edinmesin).” (Ali İmrân: 3/64)



Bu beyinsiz cahillere aslında hiçbir söz de kâr etmemektedir. Bunlara tek kar eden şey, ağır söz söylemek ve dövmektir. Bunlar ancak bundan anlarlar. Hem de bunları keskin kılıç darbeleriyle toplum arasında darbedip cezalandırmak gerekir. Cahillerin harikulade yani olağanüstü şeylere aldanmalarının nedeni, İslâm dininden uzaklaşmalarının manası, olağan üstü olayların bir öneminin olmayacağını bilmemeleri, hatta dünyayı, gökleri ve yeryüzünü bu manada harikulade şeylerle doldursalar da buna değer verilmeme gereğini bilmemelerinin yegane nedeni, akidelerini ve inançlarını Kitap ve Sünnet’in gösterdiği şekilde sağlam bir temele oturtamamalarından kaynaklanıyor. Kısaca ümmetin üzerinde icma ettikleri anlamda bir akideye sahip olamamalarıdır.



Çünkü harikulade denen olağanüstü olaylar, hadiseler eğer, her hangi Hak bir peygamberin elinden meydana geliyorsa, buna mucize denir. Mucizeye inanmak gerekir, aksi takdirde küfre girilmiş olur. Çünkü mucizenin bağlayıcılığı vardır.



Eğer olağanüstü olay, herhangi bir velinin yani Allah dostunun eliyle meydana gelirse, buna da keramet denir. Kerametin Kitap ve Sünnette uygunluğu aranır. Keramet mucize gibi herkesi bağlayıcı olamaz. İfade olunduğu gibi Kitap ve Sünnete uygunluğu halinde, sadece kerameti gösteren veli için bağlayıcılığı sözkonusudur.



Eğer olağanüstü olay, rahip, papaz, deccal gibi kafirler ve dine karşı olanlar elinde meydana gelirse, buna da İstidrac denir. Bunun hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Fakat cahiller bu gibi istidraca aldanırlar, sonunda onlar da mürted olarak küfre girmiş olurlar. Zındık dinsiz yani mülhid olurlar. Oysa daha önceleri bir tek Allah’a inanan ve hanif anlamında müslümanlar idiler. Ancak istidraclara aldanarak dinden çıkmış olurlar. Bu durumda bunun sapık görüş ve düşüncesi, yücelmeye başlar. Hidayet sancakları ayaklar altına alınır. Bu şekildeki sapıklıkları ve azgınlıkları yüzünden ilhad ve dinsizlik açıkça yayılır. Putperestlerin ve müşriklerin bile veremedikleri zararı bunlar İslâm’a vererek İslâm dinini bozarlar, ifsad ederler.



GERÇEKCİ BİLGİNLER



Bilinmesi gereken bir başka noktada şudur. Doğrusu muhakkik yani gerçekçi anlamda arifler yani bilginlerden olan dinde ictihad düzeyindeki imamlar, Hüccetu’l-İslâm İmam Gazzalî’nin de belirttiği gibi, mümkün olan varlıkların yüce Allah tarafından yaratılışına ilişkin kimi sözleri bulunmaktadır. Ancak kısır görüşlüler ya da geri zekalılar, aklî ilimlerde pek bir varlık gösteremeyenler, değerli imamların sözlerini adeta “vahdet-i vücutcu” bir görüş gibi değerlendirmekteler. Oysa durum hiç de onların anladığı gibi değildir. Gerçeği gören imamlara göre bu, şu varlık aleminin varlığı, yüce Allah’ın cûd’undan yani cömertliğinden ve O’nun ihtiyarıyla yani isteğine bağlı olarak meydana gelen bir şeydir. Yoksa bu, var olmayı kabul eden ve böylece yayılan mahiyetler üzerinde icab yoluyla değil, yani zorunlu bir var ediş olmayıp, ihtiyarî bir yaratılıştır. Yani bu, ibrikten elin üzerine suyun boşalması gibi değildir. Çünkü bu suyun ibrikten ayrılmasıyla, ele ulaşması durumundan ibarettir. Yine bu, adeta güneş ışınlarının, güneşten ayrılmaksızın ve ayrı düşünülmeksizin yeryüzünün her yerine sayılması gibidir. Yoksa bir takım kimselerin ileri sürdükleri ya da vahmettikleri gibi, bu, bir yerden ayrılıp, diğer bir noktaya ulaşma değildir. Aksine bu, yani güneş ışını sebebiyle yeryüzünde, o ışına uygun olarak bir şeyin meydana gelmesine neden olur. Eğer yeryüzüne yayılan güneş ışınları, güneşten daha kat kat gibi olsa da, burada ışının, olaya sebep olmasından öteye bir varlığından söz edilemez. Kısaca herhangi bir ayrılma (infisal) ve ulaşma (ittisal) olmaksızın mücerred yani soyut anlamda bir sebebiyet ilişkisi vardır.



İşte yüce Allah’ın cûd’u yani cömertliği de adeta böyledir. İlahî cûd (cömertlik), varlığın meydana gelmesine bir sebeptir. Bu da kabiliyetlere göre, yani varlıkların kabiliyetlerine göredir. Buna da “feyz” denmektedir. İşte önder imamlar dediğimiz arif kimseler, belli şeyleri kabul etme, alma yeteneğine sahip olan varlıklar, esasen ilahî cûd (cömertlik)’ten meydana gelmekte, feyezan edip taşmaktadır. Sebep O’ndan gelmektedir. Yoksa bu arifler, mutlak manadaki varlığı, vahdet-i vücutcuların kabul ettikleri gibi, onu vacip olan varlık olarak değerlendirmiyorlar. Yani vahdetcilere göre yayılmayı kabul eden bir vücut değildir. Burada yayılmayı izafi anlamda çoğalma olarak değerlendiriyorlar. Yoksa vücudiye’nin yani vahdet-i vücutcuların kabul ettikleri anlamda bu, zat itibariyle değildir.



Zahirî anlamda görünürde bu iki ifade, bazı kısır görüşlülerce birbirine benzer, müşabih bir durum sergileyince, vahdet-i vucutcuların zındıklıklarını gizleyen bu bunaklar, görünürde hanif dinine en iyi bağlılarıymış gibi bir vaziyet sergileyenler, ariflerin anladığı manaları, kendi sapık düşünceleri doğrultusunda değiştirip yorumlamaya giriştiler. Böylece kendi asıl kötü maksatlarını gizlemeye, kendi batıllarını ve yanlışlarını halka kabul ettirmek için bu anlamda bir yola girişerek, pak kalbleri bulandırmaya yöneldiler.



Görüş olarak şöyle konuşmaya başladılar, dedileri, mutlak vücudun yayılması, yani çoğalması ifadesinden maksat, görünürde bunların çokluğu, bu varlığın kabiliyetlere taşması, feyzidir. Sen de bilirsin bilirsin ki, zahir yani görünürde varlığın yayılması çokluk sergilemesi, bunun o görünen varlıklara izafetiyledir, demek istiyorlar. Çünkü puta tapanlar, aslında Allah’a ibadet ediyorlar. Doğrusu kim ilahlık iddiasına kalkışırsa, o kimse bu iddiasında doğrudur. Şu varlık aleminde varlıkların çokluk olarak görülmesi, onların vücutların yani zatlarının çokluğu anlamında değildir. Çünkü vücut yani varlık tek, görüntüler ve akisler farklı ve değişiktir, çoktur. Yani izafetler ve belirlilik sergileyenlerde bir çokluk vardır, aslında her şey bir tektir, o da Allah’tır.



Evet işte bu ve benzeri saçmalıkları ve hezeyanları alabildiğince artmaktadır bunların. Bunlar bu hezeyanlarla da şu saçmalıkları haykırıyorlar, asıl amaçlarını da ağızlarında eveleyip gevelemektedirler. Bunları bir türlü açık bir şekilde söylemeye yanaşmamaktadırlar. Saçmalıkları şöyledir: “Mutlak varlık (vücut), yüce Allah’ın zatının tâ kendisidir. O da bu mümkinatta görünen tüm varlıklardır. Aksi takdirde bunların: “Mümkin varlıklardan herhangi birine ibadet ve kulluk eden herkes, aslında bizzat Allah’ın kendisine kulluk etmiş olmaktadır” sözlerinin de gerçekde bir anlamı olmazdı. Çünkü şurası gayet açıktır ki, mabudun feyzi yani ilahî rahmetin taşması ve cömertliği mabud yani ibadet olunan bir ilah olamazdı. Aynı şekilde bu kimselerin: “Mümkin varlıklardaki çokluklar, aslında vücudun kendisindeki çokluklar manasına değildir, vücut tektir” sözlerinin de bir anlamı olamazdı. Aksine, bu şeyler izafetlerin çok ve farklı gözükmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü zatın kalıplara dökülmesi yani feyzi sebebiyle feyzin çokluğu konusunda bir tartışma ve olamazlık yoktur. Bu itibarla vücudun yani zatın, izafetlerin çokluğu sebebiyle, çokluk göstermesine gerek yoktur. Burada, asıl olamaz olan yani mümteni olan şey, vacip zatın çoğalmasıdır ki, işte bu, olamaz. İzafetlerin çoğalmasına bakarak, bunun da çoğalmaya ihtiyaç duyacağı söylenemez, bu, mümtenidir.



DİN KARDEŞLERİM



Ayrıca değerli kardeşlerim, din alanında yardımcılarım ve dostlarım! Dine ve İslâm’ın zafere ermesine yardımcı olan kardeşlerim, bir çok dostlarım ve müslüman kardeşlerim, benden Muhiddîn Arabî’nin “Füsûs” adlı kitabındaki saçmalıklarına, batıl görüş ve inanışlarına deliller, bürhanlarla cevap vermemi benden istediler. Vereceğim delillerin kat’i nasslardan ziyade akılcı bir görüşle delil sergileyerek susturmamı istediler. Böylece bu dinsiz mülhidlerin, hakkında kesin nass bulunan her türlü ilhadlarını ve dinsizliklerini susturucu bir cevapla cevaplamamı istediler.



Böyle bir görevi benden isteyen kardeşlerim, bunu aynı zamanda İslâm’ın bir fethi, cihadların da en büyüğü olarak kabul ediyorlar. Çünkü bu tağuta, şeytana, putlara ve şeytanlaşmış olan varlıklara, cibte tapanlarla savaşı bu anlamda önemli ve büyük kabul ediyorlar. Ancak böyle bir şeyi yazmaya başlamam noktasında beni üzen ve endişeye sokan bir takım problemler vardır. Öyle bir şey yazmalıyım ki, bununla bu dinsizlerin saçmalıklarını, batıl görüşlerini su yüzüne çıkarayım, açıklamış olayım, aynı zamanda gerçek tevhid erbabına da bir öğüt sunayım istedim. Bunu, korunmuş mukaddes şehir olan Dımaşk (Şam)’da yazmaya başladım. Bununla şaşı gözlerin önüne, batılı savunanların batıllarını sereyim, böylece zındıklaşmış olanların da sakat görüşlerini yıkmaya bir garanti olarak ortaya koyayım, öyle bir kitap olsun ki, bu, onlar hakkında şu gerçeği haykırmış olsun: “Bunlar kafirlerden de öte kafirdirler. Onlar bu apaçık sapıklıkları yüzünden, Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğrasınlar.” Ben, bu vahdet-i vücut görüşünü savunan zındıklarla, sem’î yani Kitap ve Sünnete dayalı delillerle karşı çıkıp münazara edecek değilim. Yine ben bunlara, fıkıh kitaplarındaki rivayetlere dayalı ifadelerle cevaplamaya kalkışmayacağım gibi, âlimlerin buna ilişkin fetvalarına da başvuracak değilim. Cevaplarım bütün bunlardan farklı olacaktır. Benim bu batıl erbabına vereceğim cevaplarım, bu manada hassas deliller ve görüşlerle olması durumunda bunlara herhangi bir yarar ve fayda getirmeyecektir kanısındayım. Aynı zamanda cevabım onları defetme kabilinden, baştan savma da olmayacaktır. Çünkü bu adamlara âyet, hadis, fıkıh ve fetva çerçevesinde cevap verecek olursam, zaten bu adamlar Allah’ın âyetlerini inkar ediyorlar, hükümleriniyse kabule yanaşmıyorlar. Aynı zamanda âyet ve hükümleri kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayarak da zaten küfre girmiş oluyorlar. Müslüman âlimlerine de, zahiri âlimlerdir, diye dil uzatıyorlar. Bunlara göre İslâm âlimleri, gerçek anlamda tevhidin, şeriatın  ne olduğunu anlayamazlarmış, bunlara göre geri zekalılarmış.



Ben bu adamlarla münazaramı ve tartışmamı kesin aklî delillerle sürdüreceğim. Dine uygun ve felsefî bir çerçevede cevaplarım olacaktır. Aynı zamanda vereceğim cevaplar din ve mezhep erbabında da uygun görülecek. Bu kimselerin safsatadan ibaret görüşlerini red ve inkarım bu yolla olacaktır. Gerçi bu zındık dinsizler, aynı zamanda ileri süreceğim bu delilleri de inkar ediyorlar ve edeceklerdir. Çünkü bunlar, aklın bile açık bir şekilde ortaya koyup kabul edeceği şeyleri de kabullenmekten büyüklenirler.



Ancak bütün bunlara rağmen benim amacım, halkın hemen her kesimi, özeli de geneli, bilgisi de bilgisizi de, gerçeği kavrasınlar, onlarca gerçek anlaşılsın diyedir. Bir de onlar, tasavvuf ehli geçinen bu zındıkların, felsefeci geçinip de vahdet-i vücut görüşünü savunan kafirleri taklide kalkışan tasavvuf ehli zındıkların durumlarını kavramış olsunlar. Çünkü bunların tümü dalalet ve sapıklık vadilerinde dolaşıp duruyorlar. Yüce Allah’ın yol gösteren, hidayete yönelten âyetlerini, kendi muhal batıllarıyla geçersiz kılmaya çalışıyorlar. İslâm’ın müctehid ve değerli imamlarına uymadıkları gibi, aklın açık bir şekilde ortaya koyduğu gerçeklerin peşinden de gitmiyorlar. Onlar kendi sarhoşluklarında başıboş olarak dolanıp duruyorlar. Yine bunlar, kendilerinin allayıp pulladıkları şeyler içinde dönüp duruyorlar. Doğrusu bunların neden oldukları zararları önlemeye, kesin ve şiddetli bir darp, ceza olmadıktan sonra, hiçbir şey önleyecek değildir. Bunların önlerini ancak İslâm devlet başkanlarının kılıçları kesebilir.



Ayrıca bu tasavvufçu geçinen kimselerin kitaplarının ve risalelerinin aşırı bir şekilde takvayı, kalbi Allah’tan başka her şeyden arındırmayı salık vermeleri, tavsiyeleri, samimiyetlerinden olmayıp, kendi murdar ve iğrenç görüşlerini bunlar arasında verebilmek, sunmak ve yaymak içindir. Zındıklıklarına, batıl görüşlerine bir kılıf uydurmaya yöneliktir. Tıpkı felsefecilerin batıl ve yanlış görüşlerini, sakat düşüncelerini, peygamberlere indirilen sayfalar ve kitaplar meyanında sunmaları gibi... çünkü bununla selim olan kalbleri aldatsın istemektedirler. Böyle bir işi başardıklarında da, şu iddia ile ortaya çıkarlar. Bu yola yani tasavvuf yoluna, felsefî görüşlere davet edenler, aslında dinsiz zındıklar değiller. Bunlar samimi ve doğru olan muvahhitlerin (birleyenlerin) ta kendileridirler. Böylece dinsizliği ve ilhadı irşad gibi gösterirler, böyle inanırlar, zındıklığı da doğruluk ve dürüstlük olarak kabul ederler ve inanırlar.



Yoksa, “hariçte, dışta, eşyadan olan mutlak vücudun (varlığın) dışında, hiçbir şeyin gerçekleşmesi söz konusu değildir” diye inananların bu inançları gerçekleşmemiş olur. Çünkü bunlara göre, hariçte görülen tüm varlıklar, hayalden ve seraptan ibarettir. Bunlara göre dışardaki bu varlıkların hiç bir hakikatı, gerçekliliği yoktur. Ne haram için ve ne de helal için ve ne de bu ikisi dışındaki şeyler için bir hakikatten, gerçeklilikten söz edilemez. Yani ahkam bu konuda geçersizdir, bunların bir hakikatı da yoktur. Ayrıca ne bir azaptan, bir cezadan, ne bir kitaptan ve ne de hesaptan asla söz edilemez. Aksine bütün bu saydıklarımız, mülhid dinsizlerce, tasavvufcu geçinen zındıklarca ve felsefecilerce tümü hayaldir, seraptır.



Ayrıca bu adamlar aynı zamanda kendi kendileriyle de çelişiyorlar. Bunlar azabın hakikatte, gerçekte varlığını kabul ediyorlar ama, fakat bu azabı kabul edilişleri, lügatte ve şeriatte gösterildiği gibi değildir. Onlar azap sözcüğünün “Azubet” veya “uzubet”ten alındığını, türediğini, bunu da ceza ve işkence anlamında olmayıp, tatlılık manasında olduğunu savunurlar. Bir meşakkatin, zorluğun ve cezanın varlığının sözkonusu olmadığından dem vururlar. Bunun için de şu saçma gerekçeyle ortaya çıkarlar: Aslında cehennemlikler, cehennem içinde tıpkı, balığın suda rahat ettiği anlamda, nimetler içinde mutlu bir hayat geçirirler.



Bu da göstermektedir ki, kendilerini kamufle etmek ve gizlemek için, şeriatın zahirde kanunlarına tutunananlar, iyilikleri emredip, yasaklarından, kötülüklerinden menedenler, sırf kendilerini kabul ettirmek içindir, bu yoldan batıllarını yaymaya yöneliktir. Dolayısıyla bunların hikmeti elde edip hidayete erdikleri nasıl söylenebilir? Zira haklarında yüce Allah’ın kararı kesinleşmiş olanların, üzerlerine kapı kapanmış olanların, azabı kesinlikle haketmiş olanların hidayetlerinden nasıl sözedilebilsin ki? Rablerin Rabbi olan yüce Allah onlara kesin cezayı belirledikten sonra, hiç hidayette kalabilirler mi?



“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü bol olan sensin.” (Al-i İmran: 3/8)



Onların bu iğrençliklerine, saçmalıklarına etraflı bir şekilde girişmezden, onların şüphe ve kuşkularını geçersiz hale sokmazdan önce, bir giriş yapmak, bir hazırlık yapmak isteriz. İsteriz ki, okuyucu bu sayede onların vehimlerinin batıl ve hiç olduğunu, iddialarının asla bir işe yaramadığını ve geçersiz olduğunu öğrenebilsinler. Bunun için de yüce Allah’dan bizi dosdoğru yola iletmesini isteyerek ve bizi bunda başarılı kılarak, konuya açıklık getirmi şolalım. İşte bu yüzden de söze şöyle başlıyoruz:



GİRİŞ



Her şeyden önce bilmemiz gereken husus, İslâm dininin temellerinin şu gerçekleri bilmek, tanımak ve inanmaktan geçtiğidir. Öncelikle Allah’ın varlığını, onun yaratıklarının varlıklarına bakarak, bunu delilleriyle tanımak ve öğrenmektir. Bu da, ancak eşyanın varlığının ve gerçekliklerinin sübûtuna, kesinliğine bağlıdır. Daha sonra bu temele dayanılarak, peygamberlerin, gökten kendilerine indirilen şeriatlerinin sabitliği, gerçekliliği ortaya konur. Dikkat edilirse, İslâm büyükleri, imamlar, Kelam ilmiyle ilgili kitaplarına, öncelikle eşyanın hakikat oluşundan, gerçekliğinden söz ederek işe girişiyorlar. Bununla da sofistlere, milletin kafasına şüphecilik sokanlara cevap vermiş oluyorlar. Çünkü sofistler, eşyanın hakikatini, gerçek oluşunu kabul etmiyorlar. Duyulara, açık ve kesin görüşlere rağmen red ediyorlar. Çünkü ister duyular, ister akıl ve ister şeriat olsun bütün bunlar eşyanın gerçekliliğine, hakikatına tanıktırlar. Bu esaslara göre, eşya gerçekte vardır, sabittir, bu, bilimsel noktadan da gerçekleşmiştir. Dolayısıyla zaten daha önce haklarında azap ve ceza kesinleşmiş olanların vehmine değer vermek de gerekmez. Şu teklif yani sorumluluk dünyasında, mümkün olan varlıklara fanilik erişecek olanların dediklerine değer verilmez. Yoksa arifler nazarında bunlar izmihlali, yok oluşu anlamında değildir. Yani ariflere göre, “Fena fi’t-Tevhid” de fani olmak anlamında izmihlal yok oluş değildir. Bu fani oluş, adeta, güneşin ortaya çıkmasıyla, yıldızların nurunun, aydınlığının kaybolması gibi bir şeydir. Şimdi buna bakarak eşyanın hakikatı yoktur, bu durumda eşya adeta seraba ve hayale benzer, demek ayrı bir şeydir. Fakat bir kimse, yıldızların ışığı ortadan yok oldu gitti, diye kalkıp, güneşin doğmasıyla ortadan yok gibi kaybolan bu yıldızlar gerçekte yokturlar. Bunlar sadece birer serap ve hayalden ibaret şeylerdir, demek birbirinden tümüyle farklı şeylerdir.



Bu durumda böyle düşünen, söyleyen ve kabul edenlerin beyinsizliğine, aklını yitirdiğine karar verilir. Akıl sahipleri, gerçekçi düşünenler, bunlar hakkında bu karara varırlar. Çünkü bunların inançlarına göre, kainattaki aynlar, yani gökler, yer ve bu ikisi arasında yer alan her şey, haricî mevcutlar (varlıklar)’dır. Kainattaki tüm bu şeyler, Allah’ın ilminde sabit olan aynlardır. Allah ise, bunlara göre mutlak vücut (varlık) olup, hariçte değildir. Aksine hariçte görünen şeyler tamamen hayalden ve seraptan ibarettir. Dolayısıyla bunların taayyünleri de, yani kesin birer ayn (şey) oluşları da, bilimsel bir taayyündür, yoksa bunlar aynî anlamda, bir taayyün değildir.



Sen de biliyorsun ki, sofistlerin tüm bu safsatalarına ve saçmalıklarına rağmen duyular, akıl bunlardan birinin muhal ve batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu adamlar, duyuların ve aklın açıkca batıl olduğunu gösterdiği şeyi kabul etmekten büyüklük gösteriyorlar. Yani kabul etmiyorlar. Eğer bu adamlar, ayani sabite (Eşyanın henüz varlık dünyasına gelmeden önce ilm-i ilahî’de sabit olan suretleri)yle olan şeyi murad ediyorlarsa, yani yüce Allah’ın ilmi, cisimlerin aynlarının (kendilerinin) zatları için sabit olması bakımından bir zarftır, diyorlarsa, bunun batıl olduğu açık ve ortadadır. Çünkü ayn olan şeyin gerçekleşmesi bakımından sıfatın zarf olması mühaldir. Çünkü sıfat tanıtıcı şeydir. Eğer bunlar, bu ifadeleriyle, yüce Allah’ın ilminin, ayanın hariçte sabit olmaları sözkonusu olmaksızın, ayani sabiteye taallukunu demek istiyorlarsa, bu durumda da yüce Allah’ın, bu şeyi, hariçte yani dıştaki oluşumuna aykırı ve farklı bir şekilde biliyor anlamı çıkar. Bu da doğrusu en uzak bir sapıklıktır, üzerinde daha başkaca bir küfürden söz edilemeyecek derecede büyük bir küfürdür. Çünkü böyle bir şey cehalet yani bilgisizlik demektir, bu konuda yüce Allah’ın bilgisi yoktur, anlamı vardır. Oysa yüce Allah bu gibi şeylerden yüce ve münezzehtir. Yani kainatın hariçte (dışta) tahakkukunu, gerçekliliğini inkardan, yüce Allah münezzehtir. Kaldı ki bu, aynı zamanda duyularla bilinene de aykırıdır, buna karşılık da bir büyüklük taslamaktır. Aynı zamanda bu, nass ile sabit olan hükmü de inkar anlamını taşır. Çünkü yüce Allah’ın kavli şöyledir.



“O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas: 28/88) İşte bu şahısların sapık görüşleri kabul edilirse, her şeyin ilah kabul edilmesi durumunda, bu âyetin bir manasının olmaması gerekir. Çünkü bu âyet, bu şeyler yani kainat önce gerçekleşmiş olmalı ki, sonradan da bunların helakinden, ortadan yok olmasından sözetmiş olabilsin. Çünkü helak oluş, ortadan yok oluş, ancak o şeyin önce gerçek bir şekilde var olmasından, tahakkukundan sonra ve hariçte yani yüce Allah’ın zatının dışında gerçekleşmiş olmalarından sonra sözkonusudur.



Bununla da anlaşılmış oluyor ki, Arap şairlerinden meşhur Lebid’in şiirinde sözü edilen batıl da helak manasınadır. Dikkat edilirse Lebîd şiirinde şöyle sesleniyordu:



Aklınızı başınıza devşirin Allah’tan başka her şey batıldır.



Şairin buradaki “Batıl” sözünden helak olucudur, manası vardır. Bu helak da ancak varlık dünyasına geldikten, vücut ve sübût bulduktan sonradır. Yoksa, hepsi Allah’tır, demek değildir.



Ayrıca gerçekçi düşünenler ve hükema diye adlandırılan felsefeciler, hariçte, yani Allah’ın zatı dışında kainatta var olan şeylerin sıfatlarının taayyünü (belirlenmesi) konusunda mutabıktırlar. Yani gerek gerçek düşünürler ve gerekse hakimane düşünenler bu şeylerin hariçteki niteliklerinde müttefiktirler. Gerçi bu kimseler, bu şeylerin sıfatlarının hariçte mevcut olmaları halinde, tayyünleri de aynen dışarıda mevcut yani var olan bir şeydir konusuyla, bu harici mevcutlar (varlıklar) zihinde var olan mevcutlardır. Dolayısıyla, taayyün de (belirlenme de) yine zihinsel bir taayyündür, ya da ilmî bir taayyündür, haricî değildir, noktasında farklı görüşler sergileselerde, temelde ittifak içindeler. Çünkü bunlar da, haricî varlıkların gereklerinden, levazımındandır.



Sonuç olarak taayyün (belirlenme ve var oluş) ister haricî anlamda bir mevcut, ister ilmî (bilimsel) manada bir mevcut olsun, harîcî mevcutların vasıflarındandır. Bu durumda “A’yan’ın taayyünü” hariçte tahakkuk etmiş ve gerçekleşmiş bulunmaktadır. Eğer taayyün ilmî olup da aynî olmasaydı -gerçi asıl konu ayanın hariçte taayyün etmemesi meselesi ise de- iki çelişki arasını bulmak için, böyle bir şey muhaldir, olamazdır. Eğer bir şey sonuç itibariyle muhale yani olamazlığa varıyorsa, bu da sonuçta muhaldir. Yani muhale götüren de neticede muhaldir. Nitekim “Ayanın hariçte taayyününün tahakkuku yani gerçekleşmesi diye bir şey yoktur” ifadesi de buna göre muhaldir.



Mademki vahdet-i vücut mezhebini, görüşünü savunanlar, bunun gerçekleşmesini hep muhallere, olamazlara sarılarak, hep büyüklük sergileyerek savunurlar. Tıpkı akıl tarafından kesinlikle bilinen ve hükmedilen bir şeyin bunlar tarafından kabul edilmemesi gibi, tıpkı yine aklın varlığına, sübutuna hükmettiği bir şeyi inkar etmeleri gibi, tıpkı sofistlerin, şüphecilerin görüşlerine bağlılıkları gibi bunların işleri hep inkardır. Yine tıpkı dinsizlerin Allah’ın âyetleri