Nebilerin Görevi

Nebiler, insanlara gönderilmiş olan tarihin kaynakları kıvanç vesileleridirler. Onlar cihat ettiler, sabrettiler ve sabrettirdiler. Onlar, Allah’ın (c.c.) izniyle insanları karanlıklardan hidayetle aydınlığa çıkartmaya vesile, insanlık üzerine Allah’tan (c.c.) indirilmiş birer rahmet oldular.



Onlar, çok ağır bir yük yüklendiler. Kavimlerinden gördükleri eziyetlere karşı sabrettiler. İnsanlardan hiçbir karşılık ve teşekkür beklemediler. Yeryüzünde yüce olmak istemedikleri gibi, fesat çıkarmayı arzu eden kimseler de değildiler. Onların tüm gayretleri, insanların yalnız Allah’a (c.c.) kulluk etmelerini sağlamak içindi.



Onlardan her biri, fetret dönemlerinde kavimlerine elçi olarak gönderildiler. Onlar gece gündüz, gizli ve açık sürekli kavimlerine hakkı anlattılar. Davetleri sırasında pek çok ezayla, yalanlama ve inatçılıkla karşılaştılar. Bunun için Allah Azze ve Celle bu dünyada onların isimlerini ve değerlerini yüceltti. Bütün müslümanların onların kıymetini bilmesi, haklarına riayet etmesi, sözleri ile huzur bulması, onları sevmesi, övmesi, her anıldıklarında onlara salat ve selam getirmesi gerekir. Bu, Allah’ın (c.c.) onlar için hazırladığı bir mükafattır. Ahiret hayatında da onlar için, Cennette varılacak yerlerin ve derecelerin en üstünü vardır. İşte bu, düşünen kimselerin tasavvur edebileceğinin çok üstünde bir şeydir.



Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun.



Ebu Zerr dedi ki: “Ben Rasulullah’a (s.a.v.) geldim. Mecitte idi. Oturdum. Dedi ki:



“Namaz kıldın mı?”



Ben de:



“Hayır, ya Rasulullah!” dedim.



“Kalk, kıl.” buyurdu.



Kalktım ve namaz kıldım.Sonra buyurdu ki:



“Ey Eba Zerr! İnsan ve cin şeytanlarının şerrinden Allah’a sığın.”



Dedim ki:



“Ya Rasulullah! İnsan şeytanlarından mı?”



“Evet” buyurdu.



Dedim ki:



“Ya Rasulullah, namaz nedir?” Buyurdu ki:



“O ibadetlerin en hayırlısıdır. Artık dileyen kısaltır, dileyen uzatır.”



Dedim ki:



“Oruç nedir?” Buyurdu ki:



“Oruç Allah katında ödülü ziyade edilmiş bir farzdır.”



Dedim ki:



“Ya Rasulallah, sadaka nedir?” Buyurdu ki:



“O’nun ödülü kat kattır.”



Dedim ki:



Ya Rasulullah, bunlardan hangisi daha faziletlidir?”



Buyurdu ki:



“Namaz.”



Dedim ki:



“Ya Rasulullah, hangi nebi daha önce gelmiştir?”



Buyurdu ki:



“Adem (a.s.)”



Dedim ki:



“O nebi oldu mu?”



Rasulullah (s.a.v.):



“Evet, nebi idi.” buyurdu.



Dedim ki:



“Ya Rasulullah! Kaç rasul vardır?”



Rasulullah (s.a.v.):



“310 civarında ve hepsi bağışlanmıştır.” buyurdu.



(Bu hadisin bazı rivayetlerinde 315 diye buyurmuştur.)



Dedim ki:



“Ya Rasulallah, Kur’an’dan sonra inenler arasında en büyüğü hangisidir?”



Buyurdu ki:



“Ayetel kürsi.”[233]



Allah (c.c.) tarafından gönderilen nebi ve rasullerin hepsi, ıslah bayrağını kaldırarak, her çeşit ve renkteki fesadı ortadan kaldırmak için çalışmışlardır. Sadece nefisleri ıslah etmekle kalmamışlar; hidayet ve tevhid konusunda ümmetlerin tahrif edilmiş beyinlerine hak daveti yerleştirmek için uğraşmışlardır.



Onların hepsi böyledir. Bütün nebiler kndilerinden öncekilerin davetlerini yenilemek için gelmişler, yeni bir şeriat getirmemişlerdir. Onların hepsi kavimlerine; Allah’ın dinine davetçi, Allah (c.c.) yolunda cihat edici, doğru yola iletici kimseler olarak gönderilmişlerdir.



Dalalet üzere olan ve dinleri tahrif edilmiş bulunan topluluklarda ıslah bayrağını kaldırıp taşımanın manası şudur: Islah edici kişi, ıslah etmek istediği kavmin batıl değerlerini reddeder, onlarla mücadele eder, insanlara bildiklerini öğretir, kavminin adetlerini körü körüne taklit etmemeye, hakkı kabul etmeye çağırır. Öğretilmesi gereken bu doğrular, insanların kalplerine şiddetle ve ısrarla yerleştirilmesi gereken doğrulardır. Kalplerin derinliklerine akaidi yerleştirmekten daha önemli bir şey olabilir mi?



İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara, taşlara ve ağaçlara taptıkları, tuğyan (isyan, zulüm ve küfürde aşırı olmak) etmiş önderlere, şahıslara uydukları ya da bunlardan başka şeylere taptıkları zaman kendilerine elçiler gönderilmiştir.



Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:



“Siz, hiçbir şekilde fayda ve zarar veremeyen Allah’tan başka şeylere mi tapıyorsunuz. Size ve sizin Allah’tan başka taptıklarınıza yazıklar olsun.” (Enbiya: 21/66-67)



Nebilerin kavimlerine onların Allah’tan (c.c.) başka taptıkları şeyleri inkar etmeleri için gelmiş oldukları sözü, zan değildir. Bilakis, bu açıktır ve kuvvetli bir delille sabittir. Öyleki; nebi ve rasuller ve onların bağlıları bununla başkalarından ayrılırlar. Nebi ve rasullerden başkaları ıslah edici kimseler değildir. Onlar fesada karşı ayaklanarak savaşmışlar, bilakis kolaylık yolunu, selamet ve sükut yolunu tercih etmişlerdir. Cahiliyye dönemindeki haniflerin yolu gibi. Onlar muvahhid kimselerdi. Allah’tan (c.c.) başkasına tapmaz, şeriata aykırı olan işleri işlemezlerdi. Fakat onlar, insanlara hiçbir konuda karşı gelmez, toplulukların ıslahı, şirk, fesat ve dalaletin kaldırılması için gayret göstermezlerdi. Bu yüzden de insanlar onlara dokunmaz, eziyet etmez, onlarla savaşmazlardı.



Mesela Zeyd b. Amr b. Nufeyl... Bu kimse Mekke haniflerindendi.



Abdullah b. Umer’den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Rasulullah’la (s.a.v.) Beldah adlı yerde buluştu. (Burası Mekke ile Cidde arasında bir dağ ve vadidir.) Rasulullah (s.a.v.) beraberinde Zeyd b. Harise vardı. Rasulullah’a (s.a.v.) yemeklerden süfre adlı bir yemek takdim edildi. Bu, et yemeği idi. Bu yemekten yemesi istendi. Zeyd b. Amr b. Nufeyl şöyle dedi:



“Muhakkak ki ben sizin putlarınız adına kestiklerinizden yemem. Ben Allah’ın ismi zikredilenlerin dışandakilerden de yemem.”



Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Kureyş’in kestiklerini yemeyi reddediyordu ve diyordu ki:



“Ey Kureyş topluluğu! Bu koyunları Allah yaratıyor. Onlar için gökten suyu Allah indiriyor. Sonra Allah onunla yerde otlar bitiriyor. Sonra siz onları Allah’tan başkasının ismi üzere kesiyorsunuz.”[234]



Yine o şöyle diyordu:



“Ey Kureyş topluluğu! Faizden sakının. Muhakkak ki o fakirlik getirir.”



Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Mekke’deki hanifler topluluğundandı. Onlar, alemin ıslahı konusunda üzüntü ve ümitsizlik içinde olan kimselere çok benziyorlardı. Onların zamanında alem, şirk, putçuluk, nizam ve ahlak konularında sapıklıklarla doluydu. Bütün bunları görüyor, fakat bütün bu konularda mücadele etmeye güç yetiremiyor, insanların ıslahı konusunda sessiz kalıyorlardı.



Allah (c.c.) nebisi Muhammed (s.a.v.)’i insanları dalaletten hidayete, kötülükten basirete ulaştırmak için rasullerden uzak kalmış olup da fetret dönemini yaşayan kimselere gönderdi ve onu kendilerinden razı olduğu sahabe-i kiram ile destekledi. O sahabeler onunla birlikte Allah (c.c.) yolunda cihat ettiler. Maik oldukları her şeyi Allah (c.c.) yolunda harcadılar.



Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin yaptıklarını iptal için gönderildiğinde, davetinin başlangıcında onları tevhidden ve şirk ile putçuluğu terk etmekten başka bir şey çağırmıyordu. Fakat müşrikler putçuluğu, yağmalama ve soygunları bırakmıyor, insanları Rasulullah’ın (s.a.v.) yoluna gitmekten alıkoyuyor, Rasulullah (s.a.v.) ile zıtlaşıyorlardı. Buna rağmen o, insanları ıslah için davetini ilan etti.



Kureyş, Rasulullah (s.a.v.) ile harp etmek amacıyla toplanıp karar aldı. Onlar, daha önce Rasulullah’ın (s.a.v.) kıymetini biliyorlar ve zayıflara ikram etmesi, insanlara karşı cömertliği gibi ahlaki özelliklerinden dolayı onunla övünüyorlardı.



Rasulullah (s.a.v.) elçi olarak gönderildiği zaman, ona iman edenler ettiler. Kureyş, Ebu Talib mahallesinde onları muhasara altına aldı. Onları yemek ve içmekten men ettiler. Hatta öyle ki müslümanlardan biri def’i hacet için bir yer gittiğinde, altında bir şey bulduğu zaman bakar, o bulduğu şey kaynatılabilir bir parça ise onu alır, temizler, kaynatarak yer içer, sonra da günlerce onunla idare ederdi.



Müşrikler mahallede bir çocuğun açlıktan öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu işittiklerinde, ona hiç acımazlar, onların haline bakıp yumuşamazlar aksine, ikramı ve cömertliği unuturlardı.



Muhasara şiddetlendi. Müşrikler, müslümanlara eziyet ettiler. Müslümanlar da Habeşistan’a gitmek zorunda kaldılar. Mekke’li müşrikler, Abdullah b. Ebi Rabia ile Amr b. As ve başkalarını Habeş Meliki’ne gönderdiler. Onlar Habeş Meliki’ne şöyle dediler:



“Ey Melik! Muhakkak ki onlar, senin beldene gelen akılsız çocuklardır. Kavimlerinin dinini bırakmış, senin dinine de girmemiş, sonradan çıkan bir din ile sana gelmişlerdir. Bu dini ne biz biliriz ne de sen bilirsin. Biz onların kavimlerinin şereflileri, aşiretleri, onların babaları ve amcaları adına sana gönderildik ki, bunları onlara iade edesin. Bunları kendilerine geri göndereceğin kimseler, bunlardan daha üstündür. Ben bunların onlara karşı ne ayıplar işlediğini de iyi biliyorum.”[235]



Kureyş, müminlerle savaşarak onları yurtlarından çıkardı. Haklarını zayi etti. Cömertliği, komşuluğu ve ikramı da ilk günlerden beri uygulamadı. Oysa ki, Arabın muallekatları (İslamiyet öncesi şairlerin Kabe duvarlarına astıkları yazılar ve şiirler), iftihar beyitleri ile doluydu. Bütün bunlar, tevhid ve şirkin arası net bir şekilde ayrılıncaya kadar sürdü. Sonra açık bir savaş başladı.



Kureyşliler Rasulullah (s.a.v.)’ı insanlardan faydalanmak, vb. sebeplerden dolayı İslam’a davet etmekle itham ederek ona saldırdılar.



Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:



“İçlerinden bir grup öne çıktı ve ‘Haydi yürüyün. İlahlarınıza sahip çıkmada kararlı davranın. Gerçek şu ki sizden istenip beklenen şey budur’ dedi.” (Sa’d: 38/6).



Yani Kureyş topluluğundan ve bu topluluğun ileri gelenlerinden bazıları diğerlerine, putçuluğa dayanan dinleri üzerine sebat etmelerini tavsiye ettiler. Onlar, Muhammed’in (s.a.v.) onlar üzerine melik ve efendi olmak istiyor.



“İşte sizden istenen şey budur.” (Sa’d: 38/6)



Yani Muhammed (s.a.v.) amacı, Allah’a (c.c.) davet değildir. Onlar bu iddiaları ve iftiraları Rasulullah (s.a.v.)’ın şahsına yapıyor, onu yalanlıyor ve demagoji yapıyorlardı. Rasulullah (s.a.v.) dünyaya karşı insanların en zahidi olduğu halde, onu dünya ve içindekilere tamah etmekle suçluyorlardı.



Kureyş müşrikleri Rasulullah (s.a.v.)’ın yanına gelerek ona dediler ki:



“Eğer melik olmak istiyorsan, seni başımıza melik yapalım. Eğer mal istiyorsan, sana mal verelim ve en zenginlerimizden birisi ol. Yok eğer amacın Mekke’nin genç ve güzel kadınları ile evlenmekse, seni evlendirelim.”[236]



Onların Rasulullah (s.a.v.)’a, sundukları bu teklifler bitince Allah’ın nebisi onlara Kur’an’dan bazı ayetler okudu. Müşrikler de Rasulullah (s.a.v.)’ın davetindeki bu ısrarını, azmini ve sabrını çok açık bir şekilde gördüler.



Daha önceden de Firavun ve bağlıları böyle yapmışlardı:



“Dediler ki: “Sen bize, atalarımızı, üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin de, bu toprakta devlet ve ululuk ikinizin olsun diye mi geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz.” (Yunus: 10/38)



Subhanallah! Firavun tuğyan, tasallut (musallat olma) ve büyüklenme konusunda zirveye ulaşmıştı ve şöyle diyordu:



“Sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum.” (Kasas: 28/38)



“Ben sizin en büyük Rabbinizim.” (Naziat: 79/24)



Firavun insanların mallarını ve hayırlılarını zayi ediyordu. Hayvani iştahları için arzu ettiği kızları alıyor, İsrailoğullarının erkek çocuklarını katlediyor, kadınlarını sağ bırakıyor, gençlerini de kendi hizmetinde kullanıyordu.



Musa (a.s.) ve Harun (a.s.) insanları Allah’a (c.c.) davet ettiler. Onları,Firavun’un tuğyanından çıkıp Allah’a (c.c.) itaate ve tevhide çağırdılar.



Firavun ve adamları ise şöyle dediler:



“Dediler ki: “Sen bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çeviresin de bu toprakta devlet ve ululuk ikinizin olsun diye mi geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz.” (Yunus: 10/38)



Firavun Musa’nın (a.s.) davetinde asıl gayeyi sezmişti. Dalaletle olan toplulukların Musa’yı (a.s.) doğruladıklarını, ona itaat ettiklerini ve ona tabi olduklarını gördüğünde, askerlerine Musa’ya (a.s.) karşı savaşmalarını emretti. Askerler de onunla harp ederek denize kadar geldiler. Firavun alay ediyordu. Askerler de ona itaat ettiler. Muhakkak ki onlar fasık bir topluluktu.



Tarih boyunca, rasullerin düşman olan insanlar rasullerin niyetlerinin ardında hep başka amaçlar aramış ve onların davetlerini daima şüphe ile karşılamışlardır.



Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:



“Senin için söylenen, senden önceki elçiler için de söylenenden başkası değildir.” (Fussilet: 41/43)



“Onlar bunu aralarında vasiyetleştiler mi? Hayır onlar tuğyan eden bir topluluktur.” (Zariyat: 51/53)



İnsanların, Allah’ın (c.c.) gönderdiği elçilere yönelik şüphe ve kuşkuları, onların şu sözlerinde ifade edildi:



“Muhakkak ki, biz sizi açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (A’raf: 7/60)



“Muhakkak ki biz sizi akılsızlık içinde görüyoruz.” (A’raf: 7/66)



“Muhakkak ki onlar sapıtmışlardır.” (A’raf: 7/32)



“Dediler ki: “O ya mecnundur, ya da sihirbaz.” (Zariyat: 51/52)



Bu anlamdaki örnekler Kur’an’da pek çoktur.



Hatta Şuayb’ın (a.s.) kavmi, kendisine şöyle demiştir:



“Atalarımızın kulluk ettiği şeyleri terk etmemizi ve mallarımız konusunda dilediğimiz gibi harcama yapmamızı bize yasaklayan senin namazın mı? Oysa sen yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” (Hud: 11/87)



Onlar Şuayb’ın (a.s.) dalalette olduğunu ve aklında bir eksiklik olduğu için, onları yalnız Allah’a (c.c.) itaat etmeye çağırdığını zannediyorlardı.



Bunun için Allah’ın (c.c.) gönderdiği nebilere düşmanlık ettiler. Allah’ın nebilerinin karşısında olanlar, sürekli insanlara nebilerin akıllarında bir eksiklik olduğunu, düşüncelerinin kıt olduğunu, onların insanları ıslah etmeye ve selim bir yola iletmeye muktedir olamadıklarını, itikadi problemleri çözme noktasında kudretleri olmadığını telkin ediyorlardı.



Allah’ın nebileri insanları Allah’a (c.c.) davet ettiklerinde, insanlar rasuller hakkında çeşitli şüphelere düşmüşlerdir. Bunlar pek çoktur. Mesela; Nuh’a (a.s.) demişlerdir ki:



“Sen bizimle uğraştın, bizimle çok mücadele ettin. Eğer doğru söylüyorsan biz tehdit ettiğin şeyi bize getir.” (Hud: 11/32)



İşte Nuh’un kavmi, Allah’ın nebisi Nuh’un (a.s.) davetine karşı böyle bir tepki göstermişlerdi. Nuh (a.s.) ise, bütün bunlara karşı onlarla mücadele ederek ve onlara olan öğüt içerikli sözlerini artırarak davetin devam etti. Allah (c.c.), Nuh’a (a.s.) tebliğine devam etmesini emretmiş, onlar ise şöyle söylemeye devam etmişlerdir:



“Ey Nuh! Muhakkak ki sen çok konuştun. Eğer senin yanında bizi korkuttuğun azaptan herhangi bir şey var ise, onu bize getir.”



Şuayb’ın (a.s.) kavmi ise kendisine şöyle söylemişlerdi:



“Ey Şuayb! Muhakkak ki biz senin konuştuklarının çoğunu anlamıyoruz.” (Hud: 11/91)



Şuayb’ı (a.s.), anlatmak istediklerini açıklayabilme konusunda beceriksizlikle itham ederek, sözlerinin açık olmadığını iddia ediyorlar, ve Şuayb’ın (a.s.) fesahat ve belağat noktasında aciz olduğunu söylüyorlardı. Gerçekte ise, onlar Şuayb’ın (a.s.) davetine icabet etmek istemiyorlardı. Onların kalplerinde inatçılık, şüphe ve kibir vardı. Bütün bunlarla birlikte aslında onlar, Şuayb’ın (a.s.) ne söylediğini çok iyi anlıyorlardı.



Bilinen bir şeydir ki, Allah’ın (c.c.) gönderdiği bütün elçiler, insanları en önde gelenlerinden olup, iyi konuşan konuştukları anlaşılan kimselerdir. Allah (c.c.) onları kavimlerin arasından seçip çıkarmış, onlara hacet ikame etme kuvveti bahşetmiş, fesahat, belağat ve beyan konusunda katından bir kuvvet ve kudret vermiştir.



Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:



“Biz her elçiyi kendi kavminin dili ile gönderdik ki, kendilerine açıklasınlar.” (İbrahim: 14/4)



İşte bu ayet müşrik kavimlerin Allah’ın rasulleriyle ilgili batıl iddialarına karşı açık ve kesin bir delildir.



Allah (c.c.) Musa’yı (a.s.), Rabbine çağırıcı bir elçi olarak seçmiş ve göndermiştir.



“Rabbim, dilimden bağı çöz. Sözümü anlasınlar. Bana ailemin içerisinde bir vezir kıl. O da kardeşim Harun olsun. Onunla benim sırtımı kuvvetlendir. İşim konusunda o bana ortak olsun ki, seni çok tesbih edelim ve çok zikredelim. Kuşksuz sen bizi görmektesin.” (Ta-Ha: 20/27-35)



Allah (c.c.) şöyle buyurdu:



“İstediğin verildi, ey Musa!” (Ta-Ha: 20/36)



Allah (c.c.) onun lisanındaki problemi çözerek ona çok açık ve güzel bir şekilde konuşma yeteneği verdi. Kardeşi Harun da (a.s.) ona vezir oldu.



Bununla birlikte Firavun Musa’ya (a.s.) şöyle dedi:



“Yoksa ben, şu zavallı ve meramını anlatamayacak adamdan daha hayırlı değil miyim?” (Zuhruf: 43/52)



Firavun Musa’yı (a.s.), kendisinde nübüvvetten önce bulunan bir rahatsızlık sebebi ile ayıplıyordu. Firavun’un Musa’yı (a.s.) ayıplamak için getirdiği delil, şüphe yok ki zanna dayalı batıl bir delildir. Eğer onun bu problemi daha sonra da devam ediyor olsaydı, bu durumda insanlar onun kudretinden şüphe ederek, ondan uzaklaşırlardı.



İşte bu ve benzeri tavırlar, ister önceki dönemlerde olsun, ister sonraki dönemlerde olsun, nebilerin düşmanları olan kimselerin saçmalıklarından ibarettir.



Günümüzde de bu çeşit çelişkilere rastlanmaktadır. İnananlar yazıp çiziyor, konuşuyor ve yayınlıyorlar. Belki onlar insanların en akıllı ve en zekileri olabilirler; ama çelişkiler içerisinde yüzüyor ve batıl bayrağını taşıyorlar. Ancak Allah’ın (c.c.) lisanında doğruluk ve sadakat üzere kıldığı hakkın müdafasını üstlenmiş kimseler  bundan müstesnadır. Yer ve gökleri hak ile ayakta durmaktadır.



Allah (c.c.) Muhammed’i (s.a.v.) de, açık ve güzel konuşan bir kimse olarak Arap Yarımadası’na gönderdi. Onun kavminde insanlar dil ve kelam konusundaki yetenekleri ile övünürler, diğer ümmetlere karşı bunu bir iftihar vesilesi sayarlardı. Rasulullah (s.a.v.) onlara daveti ile geldiğinde, onlar Şuyab’ın (a.s.) kavminin ona söylediği gibi:



“Biz senin konuştuklarının çoğundan hiçbir şey anlamıyoruz.” (Hud: 11/91) diyemediler.



Onlar, söz söyleme sanatını iyi bildikleri için, İslam davetine engel olmak amacıyla Rasulullah (s.a.v.) ile insanların arasına girmeye güç yetiremediler. Bundan dolayı da: “Muhakkak ki o kadın ile kocasının, kardeş ile kardeşin arasını açan bir kimsedir.” diyerek insanların daveti işitmelerine ve icabet etmelerine engel olmak istediler.



Hatta onlardan Tufeyl b.Amr ed-Devsi adlı bir kişi geldi. Akıllı bir kimse idi. Allah’ın Nebisinin sözlerini işitmek için kulaklarını kapatıyordu. Çünkü o, Rasulullah (s.a.v.)’ın söylediklerinin hak olduğunu biliyordu (Kalpler üzerinde de hakkı kabul etmek için bir delil vardır. Hak, kalplere tesir eden ve insanları cezbedip, çeker.)



İnsanların rasullerin daveti karşısında düştükleri şüphe ve yanlışlardan biri de Firavun’un Musa’ya (a.s.) söylediği sözün altında yatan mantıktır:



“Kuşkusuz bunlar küçücük bir topluluktur. Fakat bize karşı gerçekten kin püskürüyorlar. Biz ise, dikkatli davranan koca bir kalabalığız.” (Şuara: 26/54-56)



İşte Firavun kendisine köle edinip hizmetinde kullandığı insanlara Musa (a.s.) ve beraberindeki müslümanları böyle tasvir ediyor, Musa’nın (a.s.) beraberindeki müslümanların sayıca çok az olduklarını söyleyerek onları aldatmak istiyordu. Diyordu ki:



“Muhakkak onlar bize karşı kızgınlık ve öfke duyuyorlar. Biz ise, onlara karşı gafil, aciz de değiliz. Bilakis, dikkatli davranan, uyanık ve bağlıları çok olan bir topluluğuz.”



Firavun, Musa (a.s.) ve bağlılarını bu sözlerle tehdit ederek, getirmiş oldukları şey sebebiyle yakında kendilerine hadlerini bildireceğine işaret ediyordu.Çünkü o, köle ve asker bakımından bütün kuvvetlerin, siyasi ve iktisadi imkanların kendi elinde olduğunu düşünüyordu. Musa (a.s.) ve bağlılarından tamamıyla müstağni olduğunu iddia ediyordu.



Ancak Firavun kendisini nasıl bir sonucun beklediğini hiç hesaba katmamıştı. Sonunda cesedi sahile atıldı.



“Senden sonra gelenler bir ayet (ibret) olması için, bugün senin bedenini kurtaracağız.” (Yunus: 10/92)



İşte bu, her tağut ve müstekbirin varacağı bir sondur. O, Allah’ın (c.c.) Musa ve (a.s.) beraberinde olan müminlere yardım etmeyi kendi nefsi üzerine yazdığını bilmiyordu. Onları yeryüzünde üstün kılacağını ve arzın üzerine halef yapacağını bilemedi.



Tağutların rasullerin davetine karşı çıkış sebeplerinden biri; de İbrahim’in (a.s.) babası Azer’in İbrahim’e (a.s.) söylediği şu sözde ifade edilendir:



“Dedi ki: “Benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun! Ey İbrahim! Eğer bundan vazgeçmezsen mutlaka seni recmederim. Uzun bir süre uzak kal benden.” (Meryem: 19/46)



İşte bu, Azer’in, oğlu İbrahim’e (a.s.) tehdidi idi. İbrahim (a.s.), tevhide davetten vazgeçmeyip, ilahlarını ayıplamaya devam etmesi durumunda recmedilmekle tehdit ediliyordu ve uzun bir süre babasından ayrı durması isteniyordu.



Tevhid ehli ile şirk ehli arasında savaş her zaman için söz konusudur. Bununla birlikte, babalara ve yakınlara acımak ve hisli davranmak da gerekiyordu. İbrahim de (a.s.) böyle yapıyor ve babasına karşı ince ve nazik ifadelerle konuşuyordu:



“Hani babasına demişti ki: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yarar sağlamayan şeylere niçin kulluk ediyorsun?”



“Babacığım, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy ki, seni düzgün bir yola ileteyim.”



“Babacığım, şeytana kulluk etmek, şeytan Rahman’a asi olmuştur.”



“Babacığım, ben sana Rahman’dan bir azap dokunmasından, böylece şeytanın dostu haline gelmenden korkuyorum.” (Meryem: 19 /42-46)



Muhakkak ki, İbrahim (a.s.) babasına karşı müşfik, hidayeti ve Allah’ın (c.c.) azabından korunması konusunda çok hırslı ve çok gayretli bir kimse idi.



Bununla birlikte babası tarafından kendisine şu söz yöneltiliyordu:



“Eğer bundan vazgeçmezsen mutlaka seni recmederim. Uzun bir süre uzak kal benden.” (Meryem: 19/46)



Azer’in arkasında ve önünde olan topluluk İbrahim’e (a.s.) şunu tavsiye ediyordu:



“Yakın bunu... Eğer bir şey yapacak kimselerseniz, ilahlarınıza yardım edin.” (Enbiya: 21/68)



Oysa onlar, Allah’ın İbrahim’i (a.s.) korumayı garanti ettiğini bilmiyorlardı.



“Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en fazla hüsrana uğrayanlardan kıldık.” (Enbiya: 21/70)



“Bir baksana nasıl oldu tuzaklarının sonu. İşte onları da topluluklarını da hep birlikte yere geçirdik.” (Neml: 27/51)



İbrahim (a.s.) onların hallerinden kurtuldu. Kıyamet saatine kadar müminlere en güzel örnek ve imamların önderi oldu.



Muhammed (s.a.v.) nebilerin sonuncusu olduğu halde kendisini İbrahim’in (a.s.) dinine ve davetine nispet ediyor ve şöyle söylüyordu:



“Muhakkak bu davet, babam İbrahim’in davetidir.”[237]



Allah (c.c.), müslümanların İbrahim’i (a.s.) kıyamet saatine kadar hatırlamalarını istemiş ve onlara namazlarında daima şöyle söylemelerini emretmiştir:



“Allah’ım! İbrahim’e ve ailesine salat ettiğin gibi Muhammed’e ve ailesine de salat et. Muhakkak ki Sen hamid ve mecid’sin.



Allah’ım! İbrahim’i ve ailesini mübarek kıldığın gibi, Muhammed’i ve ailesini de mübarek kıl. Muhakkak ki sen hamid ve mecid’sin.”[238]



Allah’u Teala’nın:



“İbrahim’in makamında kendinize namazgah edinin.” (Bakara: 2/125) emrinde olduğu gibi müslümanlar Kıyamet saatine kadar her hac ya da umre yapışlarında Nebi’nin (s.a.v.) yaptığı gibi İbrahim’in (a.s.) makamının arkasında iki rekat namaz kılacaklardır.



Firavun Musa’ya (a.s.), Azer, İbrahim (a.s.) ve beraberindekilere davetleri sebebiyle saldırıyorlardı. Muhammed (s.a.v.) Arap müşrikleri ile karşılaşıp, davetinin gerektirdiklerini onlara açıkladığında Allah (c.c.) müşriklerin gizlediklerini Nebisi’ne (s.a.v.) açıkladı.



“Kafir olan kimseler, seni bağlamak ya da öldürmek veya yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuruyorlar. Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da tuzak kuruyor. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal: 8/30)



Bu bir ispattır. Günümüzde müşrikler, bu yaptıklarını mecburi ikamet olarak adlandırıyorlar. Müşrikler nebi’yi (s.a.v.) seferden ve davetini ulaştırabileceği herhangi bir mekandan men ediyor, hapsetmek, bağlamak vb. şeylerle ona zulmetmek istiyorlardı. Fakat durum arzu ettikleri gibi olmadı.



Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:



“Seni bağlamaları, öldürmeleri ya da çıkarmaları için...” (Enfal: 8/30)



Tuzak kuranların kurdukları tuzaklar boşa çıktı. Sonra Rasullullah (s.a.v.) ve ona tabi olan beraberindeki müminler din gününe kadar kurtuldular. Güzel sonuç, onların oldu.



Sonuç, Kureyş’in zannettiği gibi olmadı. Onlar Rasulullah (s.a.v.) ile savaşmak istiyorlardı. Oysa o ve ona bağlı olan müminler, her asırda Allah’ın (c.c.) yardım ettiği kimselerdi ya da o öylesine güçlü bir şahıstı ki, Allah (c.c.) yeryüzünün doğusunda ve batısında bütün müezzinlerin günde beş kere onun keremli ismini zikretmelerini yazmıştı.



Rasulullah’la (s.a.v.) savaşan müşrikler onun ve bağlılarının, yakın bir gelecekte onların güçlerinin üzerinde bir güce sahip olacaklarını hiç tahmin etmiyorlardı. Fakat durum onların tahmin ettikleri gibi olmadı.



Rasulullah (s.a.v.)’ın gücü vefatından seneler sonra bile devam etti. Hatta yakın tarihimizde yazdığı kitabıyla Rasulullah (s.a.v.)’ın şahsına, Ashabı Kiram’a ve mü’minlerin anaları olan zevcelerine saldıran Selman Rüşdi’nin kitabı Biritanya’da basıldığında, Rasulullah (s.a.v.)’ın ümmeti kızgınlık ve gazap ile kaynadı. Doğuda ve batıda bulunan beldeler ayağa kalktı. Hatta küfür beldeleri bile... Bu azgın şahsiyetin mahkeme edilerek katledilmesi isteniyordu. Selman Rüşdi, aldığı şiddetli tepkilerden dolayı gizlendi, tevbe ettiğini ilan etti. Fakat bu ona fayda vermedi. Gizlenmesi de tehditleri sona erdirmedi. Kitabı basan yayınevleri birbirleriyle iletişim kurarak olayı yatıştırmaya çalıştılar; fakat bu da onun üzerindeki kızgınlıkları kaldıramadı. Çünkü bu şahıs, müslümanların en çok değer verdikleri kişi olan Rasullerinin (s.a.v.) şahsına karşı sövgülerini ilan etmişti.



Bir çok kavim aslında Rasulullah (s.a.v.)’ın getirdiği şeylerle savaşmalarına rağmen, dilleri ile onu övüyor, mevlit, hicret, İsra, Mirac ve bunlar gibi benzeri münasebetlerle bidat olan çeşitli törenler düzenliyorlar. Bütün bunlarla Rasulullah (s.a.v.)’ı övdüklerini zannediyor, sonra da din ve şeriat ile harp etmek için seslerini yükseltiyorlar. Onun davet ettiği şeye karşı geliyor ve direniyorlar. [239]