Son Peygamber Olarak Hz. Muhammed Mustafa (sav)'nın Kişiliği ve Misyonu

:



Hz. Muhammed (sav)'in kutlu hayatı siyer denen özel bir tarih bili­mi­nin konusudur. Dolayısıyla burada, O'nun dünyaya şeref verdikten sonra uyandırdığı yankılarla, bıraktığı derin izlerle ve kıyamet kopun­caya kadar devam edecek olan yüce davasıyla iman ve akâid bilimine konu oluşturan yönleri bizi ilgilendirmektedir.



Hz. Muhammed (sav)'e, (Allah'ın bir elçisi olarak) iman etmek kadar O'nun sahip bulunduğu özelliklere ve ayrıcalıklara da aynı zamanda iman etmek şarttır. Ancak bu özellikler ve ayrıcalıklar tafsili imanda söz­konusu olur. Bunları öğrenebilmek ise O'nun müstesna kişiliğini etraf­lıca tanımaya bağlıdır. Kur'ân-ı Kerim'in açıklamaları ve bizzat kendisi­nin hadis-i şerif­leri O'nun yüce kişiliğini bize tanıtacak kadar yeterli bilgi­ler vermektedir. Allah Teâlâ'nın şu sözü bu konuda söy­lenebilecek her şeyi özetler gibidir:



“Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 68/4)



Kainatın Yaratıcısı tarafından böylesine övülmek, dünyada hiç bir in­sana nasip olmamıştır. Esasen Hz. Muhammed (sav)'in parlak mezi­yet­leri, ruh zenginliği, fazilet ve ahlâkı O'nun, Allah'ın en iyi kulu olma­sında sak­lıdır. Öyle ise O'na gerçek anlamda iman edebilmek için “Kulluk”[36] kav­ramını, bu yüce kişiliği kapsayan evrensel boyutla­rıyla öğrenmek gere­kir. Evet Hz. Muhammed (sav)'in kişiliğinde ger­çek ifade­sini bulan kulluk ne­dir, ne demektir, O'nu en son elçi olarak seçen ve âlemlere rahmet olarak gönderen Rabb'ine nasıl kulluk etmiştir?..



Önce şurası belirtilmelidir ki “kulluk” kavramının, zaman içinde yoz­laşmasıyla birlikte Hz. Muhammed (sav)'in kişiliği hakkındaki gerçek bilgi­ler de farklı yorumlarla yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla yüzyıl­lar sonra O'nun hakkında yaratılan imajın gerçeğe uyduğunu söyle­mek güçtür. Aslında bu sorun, O'nun ölümü üzerinden üçyüzyıl bile geçmeden müs­lüman toplu­mun İslam'a bakış açısında oluşmaya baş­layan çelişkilerin bir parçasıdır. Çünkü insan yaşamının her saniye­sinde söz konusu olan kulluk olgusu­nun, daha sonraları, insanın yal­nızca rûhani yaşamıyla sı­nırlı bulunduğu görüşü egemen olmuştur. Bunun anlamı şudur:



İlk müslümanlar hayatın her alanında örnek davranışlar sergilemekle in­sanın, Allah'ı hoşnut edece­ğine ve bu suretle de O'na kulluk yapmış olaca­ğına inanırlardı. Halbuki çok sonraları bu görüş değişti. Müslümanlar, insanın ancak namaz, oruç ve dua gibi ruhani yaşamıyla kulluk yapabildiği kana­atine saplandılar; Bunun dı­şında, örneğin çalışırken, yürürken, alıp sa­tarken, dünya işleriyle uğraşırken kulluk atmosferinin dışında kalındığı yanılgısına düştüler.



Tabiatıyla Hz. Peygamber (sav)'in kişiliğine de bu ha­talı anlayışla bak­maya başladılar. Nitekim bu nedenledir ki O'nunla tari­kat rûhanileri ara­sında benzerlikler aranmakta ve bu şahıslar O'nunla özdeşleşti­rilmektedir. Oysa Hz. Peygamber (sav)'in, kişiliği ve misyonu belgesel olarak ortadadır. Örneğin, kendisine vahiy inmeye başladıktan sonra vefat edinceye kadar ge­çen 23 yıl­lık süre içerisinde önce taş ve hey­kel­lere tapanları yola getirmeye, onları tevhid doğrultusunda ıslah et­meye çalışmış, her türlü ahlâksızlığa, iffetsiz­liğe, ilkelliğe ve zorbalığa karşı mücadele etmiş; Ondan sonra da bir devlet kurmayı başarmış, birçok kez savaşa katılmış, orduları sevk ve komuta etmiş, ashâbına ce­maatla namaz kıldırmış, cezaların infazında bizzat bulunmuş ve ümmetinin manevi atası olarak hayatının her alanında çar­pıcı insan­lık ör­nekleri ser­gilemiştir; Bütün bunlarla da Allah Teâlâ'ya kulluk etmiştir.



Öyle ise kesinlikle ifade etmek gerekir ki Hz. Peygamber (sav) 'i, (Allah'ın hem kulu hem elçisi olarak) nasıl idiyse öylece tanımadıkça; Aynı zamanda O'nun kişiliğini ve misyonunu, bizzat kendisinin açıkla­dığı “Kulluk”  ve “İman” kavramlarının gerçek ölçüleri içinde benim­seme­dikçe mümin sayılmak mümkün değildir. Hele ruhânileri O'nunla özdeş­leştirerek yakışmayan yabancı kimlikleri O'na malet­mek küfrün ta kendisi­dir!



Hz. Peygamber (sav)'in Allah (cc)'a yaptığı kulluk ve elçilikle bu elçili­ğin cihanşümûl yönünü şu şekilde özetlemek mümkündür:



1- Davası uğruna, dünya liderlerinden ve tarihin en ünlü cengaverle­rinden hiç kimsenin gösteremediği eşsiz bir cesaret, gayret, sabır, dire­niş ve kahramanlık örnekleri sergilemiştir. Allah (cc)'dan aldığı emir­leri, ür­per­meden, çekinmeden ve büyük bir soğukkanlılıkla müşrik­lerin mağrur li­derlerine iletmiş, O'nları, batıl inançlarından ve içinde bulundukları çirkin yaşam biçiminden vazgeçip tevhidle şereflenme­lerini  her fırsatta öğütle­miştir.



2- Hz. Peygamber (sav), Allah Teâlâ'dan almış olduğu kutsal mesaj­larla insanlık dünyasına evrensel değerler getirmiştir. Bunlar, insanın ruhunu yücelten, onu üstün ahlâk ve erdemlerle olgunlaştıran; Toplumların birlik ve beraberlik, dirlik ve düzen, adalet ve hoşgörü içinde yaşamasını sağlayan yüce değerlerdir.



Örneğin bunlardan bir tanesi de selamlaşmadır. Hiç bir milletin selam şekli, İslamın “Esselamu aleykum” ifadesiyle ortaya koyduğu evren­sel kap­sama sahip değildir. Mesela İngilizce: “Good morning” , Fransızca: “Bonjour” Türkçe: “Günaydın” ve hatta arapça: “Sabâh'ül-hayr” çok kısır an­lamlar vermektedir. Çünkü bu tür ifadelerde:



a- Yalnızca bir günün iyi geçmesi dileği vardır. Halbuki İslamın selam ifadesinde bir zaman sınırı yoktur. Selam veren müslüman, din kar­de­şine bütün zamanları kapsayan bir barış, Allah'dan rahmet ve bere­ket di­lemiş olur.    



b- İslamın selam ifadesi Kur'ân-ı Kerim'de tescil edilmiştir [37] ve Kur'ân-ı Kerim'in diliyle söylenir. Dolayısıyla hangi milletten olursa ol­sun, hangi dili konuşuyor olursa olsun İslamın koyduğu selam şekli her müs­lüman için aynıdır. Bu bakımdan milletlerarası bir özel­liğe sahiptir. Halbuki diğer dillerde selamlaşma böyle değildir. Her millete ait selam şekli o milletin kültür ve anlayışıyla sınırlıdır. Örneğin Fransızlar, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar ve daha birçok milletler hıris­tiyan olduk­ları halde bunların, müslüman­lar gibi ortak bir selamlama şekli yoktur. Dolayısıyla başka bir millete ait selam şeklini kullanan, ya da böyle bir selam şekline muhatap olan insan, selamın insancıl ve barışçıl içeriğine rağmen kendisini yabancı hissetmekten kurtaramaz. 



Hz. Muhammed (sav)'in getirdiği vahye dayanan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerle bütün emir ve yasaklar da aynen böyle evren­sel birer anlam taşırlar. Özellikle ibadetler, hiç bir sporun, hiç bir âyi­nin, hiç bir alış­tırma, geliştirme ve terapi rehabilitasyon sisteminin insana kazandıra­maya­cağı ruh ve beden sağlığını kazandırır, toplumun sos­yal ve ekono­mik disip­li­nini sağlar. Bu nedenledir ki müslüman kişi bu ibadetleri yaptıktan sonra büyük bir rahatlık hisseder ve mutlu olur. 



3- Hz. Muhammed (sav)'e inen vahiy, disiplin müeyyideleri dışında şekle pek önem vermemiş, işin ruhunu ve özünü ön planda tutmuş­tur. Bu nedenle her ne kadar giyim, kuşam ve beden temizliği konu­sunda as­hâbını daima öğütlemiş ise de belli bir kılık ve kıyafet üze­rinde asla dur­mamıştır. O, her zaman insanların ve toplumların düzen ve asayiş içinde yaşamala­rına, adaletin dakik bir şekilde uygu­lanmasına, hiç kimsenin ezilmemesine, saygı ve sevginin, dürüstlük ve karşılıklı güvenin yayıl­masına önem ver­mek gibi tüm insanlığı il­gilendiren büyük ve duyarlı konular üzerinde durmuştur.



O'nun traşla ilgili bazı sözleri, sırf müslü­man kişinin müşrik­lere ben­zeme­mesi ve değerlerin bu suretle yozlaşmaması amacını gütmek­tedir. Buna abartılı içerikler kazandıranların ha­disdeki gerçek amacı anlayamadıkları açıktır. Bu nedenle gerek kullandık­ları özel kılık ve kıya­fetler, gerekse İslamın ibadet şekillerine zaman içinde eklenen çeşitli âyinler en azından kanıtlanmak zorundadır.



Ayrıca en büyük cihan peygamberi olarak Hz. Muhammed'in, yaşa­mına, kişilik ve misyonuna ilişkin şu ayrıntıların bilinmesinde yarar var­dır:



1- Peygamberlik mevkiinin gizemli bir özelliği olarak (çok basit rahat­sız­lıklar ve vefatından önceki son birkaç günlük hastalığı hariç) giriş­tiği çetin ve yorucu mücadelelere rağmen Hz. Muhammed (sav), ya­şamı bo­yunca hasta yatmamıştır. Uhud Savaşı sırasında isabet alarak hasar gören bir di­şinden başka herhangi bir sakatlık geçirmemiştir. Dişindeki bu hasar, O'nun vücut bütünlüğü üzerinde herhangi bir olumsuz etki ve görünüm bırakma­mıştır. Bu özellik aynı zamanda bütün peygam­berlerde vardır. Nitekim yaralanır, daha önce tertiplenemeyen çok ani süikastlere uğrayarak şehid olurlar. Fakat  yaralanarak ya da kaza geçi­rerek (sürekli şekilde) sakat kalmış hiç bir pey­gamber yoktur.



Peygamberlerden Hz. Eyyub'un uzun süre hasta yattığı ve (haşa!) vü­cu­dunun kurtlandığı yolundaki söylentiler doğru olmasa gerektir. Evet Hz. Eyyub hastalanmış, büyük ihtimalle uzun sürmeyen rahat­sızlığını Allah'ın bir takdiri ve sınavı olarak önce sabırla karşılamış, ancak pey­gamberlik mis­yonunu yerine getirebilmesi için şifa dilemiş­tir. Allah Teâlâ da O'nun du­asını kabul buyurarak şifasını ihsan et­miştir.[38] Çünkü ilâhi elçilik, sü­rekli beden ve akıl sağlığı yanında aktivite isteyen önemli bir görevdir. Peygamber seçilmiş olmanın en büyük hikmetlerinden biri de budur.



2- Hz. Peygamber (sav) Hakkın ve gerçeğin düşmanlarına karşı verdiği onca silahlı mücadeleye rağmen hayatında yalnızca Uhud Savaşı sıra­sında üzerine doğru saldıran Ubey b. Halef [39] adlı bir düşman nefe­rini öldürmüş, ondan başka hiç bir insan kanını kendi eliyle dökme­miştir. Çünkü O, Allah tarafından âlemlere rahmet olarak gönderil­miştir. [40] Vakıa O, bü­tün peygamberlerin aynasıdır. Çünkü onların cümlesinden üstündür. Bu nedenle elbette ki ne kadar Allah elçisi varsa temelde in­sanları öldürmek için değil, bilakis O'nun emir ve yasaklarını, vahyettiği değerli bilgileri, ha­yat ve kâinât gerçeklerini bildirmek, insanları eğitmek ve ıslah etmek üzere gel­mişlerdir.



3- Peygamberlerden, insanlık tarihinin en ünlü kahramanlarından, li­derlerinden, imparatorlarından, dahilerinden, bilgin, filozof, icatçı, bu­luşçu ve sanatçılarından hiç bir kişinin ünü, Hz. Muhammed'in şanı, şe­refi, ve şöhreti kadar yayılmamıştır; Bir süre yayılmışsa da sonraları unu­tulmuş­tur.  O'nun ise dünyanın her yerinde şanlı adı her gün milyarlarca kez yük­seklerde, mimberlerde ve kürsülerde, ilim meclislerinde, namaz­larda, kut­sal mekânlarda ve gönüllerde anılmaktadır. Yüzyıllarca böyle anılmıştır, kı­yamet kopuncaya kadar da sürekli yâd edilecektir. Bir muci­zesi olarak O'nun mübarek adı her saniye, ama her saniye dünyanın her yerinde oku­nan ezanlarda ve namazlarda saygıyla anılmaktadır.



Hayatınızda şu ilginç olayı hiç düşündünüz mü?



Dünya, -bilindiği üzere- yuvarlak olduğu için bütün ülkelerde sürekli olarak namazlar kılınmakta, bu namazlar için de ezanlar okunmakta ve kâmetler getirilmektedir. Tabiatıyla saat farkından dolayı beş vakit namaz bütün dünyada aynı anda ve süreklilikle kılınmaktadır. Örneğin, dünya­nın bir noktasında sabah namazı kılınırken birkaç boy­lam ötede öğle na­mazı, bi­raz daha ileride ikindi namazı, ondan biraz daha ötelerde de ak­şam ve yatsı namazları, aynı dakikalarda eda edil­mektedir. İki rekatlı namazların ikinci, dört rekatlı namazların ise hem ikinci hem de dör­düncü rekatlarında, (ka'delerde)  Hz. Peygamber (sav), her gün milyarlarca kez saygıyla anılmak­tadır. İşte bu gerçek O'nun, kıyamete değin yaşanacak olan canlı bir mucize­sidir. [41]