Sosyal Açıdan İnsan:

İnsan, dünya üzerinde yaşayan en gelişmiş ve kıymeti bir varlıktır. Fakat, insanın yaratılıştan gelen bu değerli özelliği; yaradılışına uygun olmaya eğitim ve sosyal düzenler yoluyla yıpranmakta ve giderek bozulmaktadır. Bu konuda iki farklı ölçüden bahsedilebilir. Birincisi sosyal sistemlerin düzenlenmesi konusunda ileri sürülen ilâhî prensipler. İkincisi ise, sosyal sistemin belirlenmesiyle ilgili insan aklından kaynaklanan görüşler. İnsana yönelik kayıt koyucu ve yönlendirici prensiplere sahip bir din olarak sadece İslâmiyeti görebiliyoruz. Çünkü diğer dinler, insanın sadece ahlâk ve ibadeti konusunda onu belirleyici esaslar öne sürebilmekte; insanın ve toplumun siyası, iktisadî ve sosyal düşünce ve davranışları konusunda beşeri doktrinlerin görüşlerine tabi olmaktadırlar.



Beşeri doktrinler içerisinde düşünebilinecek sosyal bilimlerin verileri, insanın çeşitli yönlerini incelemiş ve onu tanınmaya çalışmıştır. Buradan hareketle çeşitli teoriler ortaya koyarken, insana bakış tarzları tamamen beş duyu çerçevesinde kalmıştır. Ayrıca, insanı İlâhî kitapların değerlendirmesinden farklı bir yere oturtmaya da özen göstermişlerdir. Hatta daha da ileri giderek, insanın yapısından öteye; onun nasıl meydana geldiği ve çevreye ne şekilde intibak etmesi gerektiği konusunda esaslar koymaya çalışmışlardır. Bunu yaparken, esaslarını insan aklının koyduğu Antropoloji, Sosyoloji ve Psikoloji gibi temel çalışma alanlarının bir ölçü olarak kabul edilmiş olduğu görülmektedir.



Antropoloji, insanları buluşları, davranışları, inançları ve görünüşleriyle sahip oldukları binlerce çeşitli açıdan inceler. Dünya yüzünde ilk insanın nasıl ve ne zaman vücut bulmuş olduğunu, dünyayı antik çağlarda yönetmiş olan insanların nasıl beslenip nasıl giydiğini, çocukların nasıl oynadığını ve benzeri konuları öğrenmek için yabancı toprakları ve bilinmeyen aşiretleri araştırır, inceler. Sosyoloji ise, insan toplumunun doğuşu, tabiatı, kanunları ile ilgilenen bir ilimdir. Sosyal manada, var olmanın temel prensiplerine dair fikirler ortaya koyar. Suç, uyuşturucu madde alışkanlığı, sınıf farkları ve ırklara ait olan yargı gibi pratik meseleleri inceler ve insan hayatının toplumdaki ahlâk ve yönelimlerinin değerleriyle ilgilenen sosyal felsefe ile bağıntılıdır.



İnsanın geçmişine ait bilgileri biyoloji, antropoloji ve anatomi ilimleri yardımıyla tesbit etmeye çalışan ilim adamları, birbirlerinden çok farklı noktalara geldiler. Çünkü her biri, insanın bir yönünü keşfedebilmiştir. Bu araştırmalar, insanın kendine en yakın hayvanın nitelikleri ve çevresiyle münasebetleri ile mukayese ederek yapılmıştır. Bu görüşlere göre:



Her hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüğünden ötürü çevresine uyamaz. Bu yüzden de yaşabilmek için kendini çevresine uydurmak zorundadır. Tükenip yok olmamasını da yine bu gecikmeye borçludur. İnsan, yaşamasını, hayvan gibi çevreye uymasına değil, kendine has bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasına borçludur. İşte insan demek, bu özellik demektir. İnsanda karşılaştığımız ahlâk, değer ölçüleri, toplum hayatı yaşamanın ortaya koyduğu; tabiatla hiçbir ilgisi bulunmayan hadiselerdir Markçılığa göre insanı insan eden emektir. İnsan, alet yapan bir hayvandır. Ancak alet işi değil, iş aleti doğurmuştur.



Antropoloji felsefe, insanın başkalığını ya da biricikliğini, bu temel teorilerin dışında dört önemli alanda araştırmaktadır: İçgüdüler, dil ve düşünce, teknik, akıl ve fiil. Bu alanlar en küçük ayrıntılarına kadar incelenmiştir.



Dil ve düşünce insanı insan eden insanca özelliklerin başında geliyor. İnsan, dünyaya açıları ilk canlıdır. İnsanın dünyaya açılmasını dili ve düşüncesi sağlamıştır. Dil ve düşünce diyalektiği, geçmişle geleceği birleştirmiş uzaklığı yakına getirmiştir. Hayvan geçmişini bilmez, insan bilir. Hayvan geleceğini tasarlayamaz, insan tasarlar. İnsan özelliklerden biri de tekniktir. İnsan, içgüdülerinin eksikliğini nasıl zekâsıyla gideriyorsa, organlarının eksikliğini de teknikle giderir. Uçmak için kanatları olmayan insan, uçma makinesi yapar, kanat organının eksikliğini teknikle giderir.



İnsan aklından kaynaklanan felsefi ve sosyal açıklamalar, bu tür teoriler ile sürekli irdelendi. Sonunda insanın yeni tanımı ve bu insanın kendi aklı ve hisleriyle kurduğu yeni dünya ortaya çıktı. Sürekli fazileti aradıkları ve mutluluğu gerçekleştirmeye çalıştıklarını söyleyen batılı lâik aydınlar, kurdukları yeni hayat modelinden bir süre sonra rahatsız olmaya başladılar. Bunun da ötesinde, her şeyin kendini rahat ettirmek ve yüceltmek noktasında planlandığı söylenen insan, büyük bir rahatsızlık ve bunalım içine girmişti. Bu aydınlar içerisinde meseleyi kavrayan ve mevcut durumlarının vahametini görüp de yanlışlıklarının kritiğini yapanlar yok değildir.



İnsanoğlu, kendini tanımadan önce madde dünyasının egemenliğini elde etti. Demek oluyor ki, çağdaş toplum düzeni, ve ideolojilerin kararsız lığına uygun bir biçimde bedenimizin ve ruhumuzun kanunları hesaba katılmadan kurulmuştur. İnsan, kendi beyni ve kendi elleriyle meydana getirdiği dünyaya ayak uyduramamaktadır. Onun için, bu dünyayı varoluş yasalarına göre yeniden düzenlemekten başka çare kalmıyor.



Anatomi, kimya, fizyoloji, ruhbilim, pedagoji, tarih, sosyoloji, siyasî ekonomi ve bu ilimlerin tüm dallarının bildiği insan; maddî insan, gerçek insan değildir. Her ilmin tekniğiyle çizilen taslakların meydana getirdiği bir taslaktır o sadece...



İnsanlığın çağdaş uygarlığa bağladığı umutların tersine, bu uygarlık tuttuğu tehlikeli yolda kendisine yön verecek zekada ve yürekte kişiler yetiştirmeyi becerememiştir. İnsanlar beyinlerinden çıkan bilgilerle aynı ölçü de yükselememişlerdir. Özellikle, şeflerin ruhça ve kafaca zayıf oluşları ve bilgisizlikleri uygarlığımızı tehlikeye sokmaktadır.



Sanayideki çalışma tarzının düzenlenmesinde, fabrikanın işçilerin fizyolojik, zihnî durumları üzerindeki etkisi hiç önemsenmedi. Çağdaş sanayi, bir kişinin ya da bir topluluğun alabildiğine kazanması için alabildiği ne düşük ücretle en yüksek üretimi elde etmek anlayışına dayanıyor. Makineleri yöneten insanların gerçek tabiî yapılan konusunda bir düşünceye varılmadan, fabrikanın çalışanlara ve onların çocuklarına kabul ettirdiği sun'î hayatın sonucu üstüne hiç eğilinmeden sanayinin geliştiğini görüyoruz. Unutmamalıyız ki, insanî ilişkilerin kanunları henüz bilinmiyor. Sosyoloji ile siyasal ekonomi, görünüşe ya da sanıya dayanan iğreti ilimlerden başka birşey değildir. Görülüyor ki, ilim sayesinde çevremizde meydana getirmeyi başardığımız ortam bize uymamaktadır. Çünkü bu insanoğlunun tabiî yapısını yeterince tanımadan ve ona ilgi gösterilmeden, rastgele meydana getirilmiş bir ortamdır.



Batılı psikologlar, insanı bir bütün olarak ele almamış, gerçekler dünyasında yaşayan pratik insan gerçeğini asla göz önünde bulundurmamışlardı. Bu ise, onları ekseriyetle insanın bazı bölümlerini ele alıp, "insan" denen varlığın bu olduğunu söylemek gibi bir hataya sevketmiştir. Bunun için de Batı dünyasının 19. ve 20. asırlar boyunca geçirdiği merhaleler, insan psikolojinin normal ve anormal yönleri için bir ölçü kabul edilmiştir.



Meselâ Freud, insan davranışlarını ele alırken, şuur'un sahte insan tipini canlandırdığını; şuur altının ise gerçekleri ifade ettiğini söylerken, kendi toplumundaki bazı çevre faktörlerinin tesiri altında kalıyordu. Aynı şekilde insanı libido ile izah edip, bütün özelliklerini temel olarak buna dayamak, sonra birtakım faziletlerin insanın egosu dışında zorla ve baskı yoluyla yaptırıldığını kabul etmekle insanı bir çeşit azgın hayvan durumuna indirmiştir. Freud'un talebeleri Adler ve Jung, hocalarının yanlışlığını düzeltmek ve cinsel içgüdü konusundaki aşırılığını bertaraf edebilmek için, cinsiyetin dışında insan hayatını başka temellere oturtmak ihtiyacını duydular.



Davranış psikolojisi, insan gerçeğini birtakım geleneklerin tesiriyle beliren ve cemiyetin reflekslerle izah eden belirli etkilerin, belirli tepkiler doğuracağını ve etkilerin değişmesiyle tepkilerin de kendiliğinden değişeceğini ileri sürerek, izah etmeye çalıştı. Bu anlayış aslında, hayvan psikolojisini ifadede yeterli olduğu kadar, insan psikolojisini anlamaktan uzaktı. Mekanist ekol ise, insan hayatı da dahil olmak üzere bütün hayat fenomenlerini otomatik bir alete benzetiyordu. Ve, hayat makinanın emrine boyun eğer, onun mahkûmudur diyordu. Bütün organik ve biyolojik faaliyetleri tabiat ve kimya kanunlarıyla izah etmeye çalışıyordu. Mekanist ekol, insanı insanlığından tecrit etmekle, hatta insanı dar sahalı biyolojik bir organizma sahibi varlık haline getirmekle kalmıyor, aksine onu aşağılara hem de çok aşağılara düşürüyordu (Muhammed Kutub, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, İstanbul 1987, s. 29, 33).



Kur'an, insan ile ilgilendiği oranda hiçbir şeyle ilgilenmemiş ve ihtimam göstermemiştir. Her şeyden önce o, insanın tarifiyle işe başlar. Bunu tertip açısından olsun, nüzul açısından olsun gayet net olarak görebiliriz. Nüzul itibariyle ilk ayete bakarsanız, Kur'an'ın nasıl başlamış ve insanın tarifine yönelip onu tarif etmiş, asımı ve kaynağını nasıl açıklamış olduğu görülür. Buyrulur ki: "Yaratan rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kah pıhtısından yarattı" (el-Alâk, 96/1-2).



Mushaf'taki tertibi itibariyle de Kur'an'ın ilk ayetleri insandan söz ederek başlamış, onu mümin, münkir ve münafık olarak üçe ayırmış, sonra da bu üç gruba birden hitap buyurarak, onların kimliklerini anlatmış ve onların yeryüzünde çıkış kıssalarını kendilerine nasıl haber vermiş Allah insanı, bu cehalet ve şaşkınlığı üzere terketmemiş, onu evham ve hayalleriyle başbaşa bırakmamıştır. Aksine emrine almakla mükellef bir kitapla tanıtmıştır. Yaratıcı, insana yeryüzünü imar etme görevini yüklemeyi de dilemiştir. Ona yüklediği bu görevi yerine getirmesi için, etrafında bulunan eşyayı ve kendini kuşatan hayatı emrine almakla yetkili kılmıştır (Ramazan el Buti, Kur'an'da İnsan ve Medeniyet, İstanbul 1987, s. 38, 41).



İslâm, insana yalnız bir yönlü değil, tam üç yönlü bir üstünlük tanımıştır: İsmet ve himayede üstünlük, izzet ve efendilikte üstünlük, istihkak ve kazançta üstünlük. İnsan, insan olması hasebiyle üstündür: "Biz Âdemoğlunu üstün kıldık" Bu üstünlüklerine en genişi, en eskisi, en umûmisi ve en devamlısı, bu saydıklarımızdan birincisidir ki, insan o üstünlüğe doğuşundan, hatta ana rahmindeki cenin halinden itibaren nail olur. Öyle bir üstünlük ki, onu kazanılması için ne maddî ve ne de manevî bir karşılık ödenmez. Herşeyden önce bu, dokunulmazlık ve masuniyet demektir. Devamlılık arzeder. İslâm kanunu bu hakkı bütün insanlığa, erkek veya kadın, beyaz veya siyah, zayıf veya kuvvetli, fakir veya zengin herhangi bir millet veya kabile farkı gözetmeden, devamlı olarak bütün insanlığa tanıyor. Yayıyor, ilân ediyor ki, bu tanınan üstünlüğü ile insan; doğuştan, İslâm kanunu nazarında, her kim olursa olsun; kanı akıtılmaktan, ırzı tecavüze uğramaktan, cinsî değiştirilmekten, vatanından atılmaktan, hürriyeti yalancılık ve dolandırıcılık yollarıyla ihlâl edilmekten masundur, korunmuştur. Herkese İslâm'da bir insanlık hakkı ve üstünlüğü tanınmıştır. Herkesin bir koruyanı vardır.[505]