İman

Artar, Eksilir mi?



Bu konuda, imanın aslı ve hakikatı hakkındaki görüş ayrılığına dayanan farklı görüşler vardır. “Amel imandandır; amel ve taat, imanın hakikat ve mahiyetine dahil olan bir cüzdür” kanaatında olanlara göre, imanın amel ile orantılı olarak artma eksilme kabul edeceği aşikârdır. Çünkü imandan bir cüz olan salih ameller arttıkça, tasdik ve amelden teşekkül eden imanın tamamı da şüphesiz artmış olacaktır. Bu bakımdan; imanın artma ve eksilme meselesi, amelin imandan bir cüz olup olmadığı konusundan doğan bir problemdir. İki konu arasında sıkı irtibat vardır, denilmiştir. Bu kanaatta olanlar; Hariciler ile Mutezile ve itikadda bazı Mutezili görüşlere yakın sayılan Şia mezhepleridir. Bunlara göre amel ve taat imanın hakikatına dahil bir cüz, hatta asli bir rükun olduğundan; zaman içinde amel ve taat arttıkça iman da artar. Günahlar ve isyanlarla da iman eksilir, hatta bazen yok olur. Amel ve taatların imanın aslından değil kemalinden sayıldığı, Ehl-i Sünnet alimlerince kabul ve isbat edilmiş, Mu’tezile ve Haricilerin zikredilen mezhepleri kesin delillerle red ve cerhedilmiştir.



Yukarıda açıklanan ve delilleri de etraflıca kaydedilen Ehl-i Sünnet mezhep ve alimlerinin cumhuruna göre imanın hakikatı ve asli rüknü; kalpteki iz’an derecesine ulaşan tasdiktir. Amel ve taatlar ise, imanın aslından değil, kemalindendir. Bu manadaki imanda; inanılan esaslar icmali veya tafsili olarak bir bütün olduğundan, imanın hakikatı artma ve eksilme kabul etmez. Ancak daha kuvvetli veya daha zayıf olması sözkonusu olabilir. Bu sebeple Ehl-i Sünnet alimleri şöyle demişlerdir: “İmanın hakikatı ve mahiyeti, ne artar ne de eksilir, çünkü iman; a. “Mu’menun bih” denilen “iman edilecek şeyler” bakımından da, b. Aslı ve hakikat bakımandan da fazlalık ve noksanlık kabul etmez. Halbuki amel ve taatlar, tabiatı ve keyfiyeti itibariyle zaman içinde günbegün artış gösterir. Kalpteki tasdik ise, o haliyle bâkidir. Esas itibariyle keyfiyeti malum olan böyle bir tasdikte bir değişiklik olmaz. Çünkü imanda aslolan tasdik, inanılacak şeylere iz’an ve kabul ile tereddütsüz inanmaktır. İman ve tasdikin kesbi ve ihtiyari oluşundan maksat budur. Zira tasdik, bu şekilde kesin ve tereddütsüz olmazsa, o tasdik değil, “tasavvur”dur, “zan”dır. Zan ve şüphe ise, kesin iman ile bağdaşmaz. Bu esasa göre şer’i iman; ne aslı ve hakikatı ve ne de taalluk ettiği şeyler bakımından fazlalık ve noksanlık kabul etmez.”



İmam-ı A’zam Ebu Hanife (r.h.a.) “İman ne artar, ne de eksilir. Çünkü imanın fazlalığı, ancak küfrün azalmasını; imanın azalması da, ancak küfrün artmasını tasavvur etmek suretiyle anlaşılır. Bu ise bir şahsın bir anda hem mü’min, hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu hüküm batıldır, geçersizdir. Çünkü mü’min hakikaten mü’mindir. Mü’minin imanında şek şüphe bulunmaz. Nitekim kâfirin de küfründe tereddüdü yoktur” demekte ve bu hususa delalet eden (yukarıda zikrettiğimiz manadaki) ayetleri zikretmektedir.[505] 



İman, taalluk ettiği mü’menun bih (inanılacak şeyler) bakımından da artmaz, eksilmez. Çünkü iman edilmesi gereken hususlar, Rasulullah Hz. Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği ilahi esasların tamamıdır. Bunların hepsine inanmak farzdır. Bazısına inanılır, bazısına inanılmazsa (veya alay konusu yapılırsa) buna iman denmez.



el-Enfal suresinde geçen; “Allah’ın ayetleri onlara okunduğu zaman imanları artar.” (8/2) mealindeki ayet-i kerimede artacağı bildirilen imanın kemali olduğu ifade edilir. İmam-ı Azam, bu artmayı şöyle açıklar. “Ashab-ı Kiram Asr-ı Saadette, Hz. Peygambere ve Kur’an-ı kerim’e, esas itibariyle icmalen (topluca) iman etmişlerdir. Sonra farz kılınan bir hükmün gelişini bir başka farz veya vacip hüküm takip ettikçe, onlar da, yeni hükümlere iman etmekte idiler. Yeni hükümlere inanıyorlar, ayrıca icmalen anlatılanlar tafsil edilip açıklandıkça onlara da inanıyorlar, böylece imanları da fazlalaşıyordu.”                    



Dolayısıyla iman edilmesi gereken şer’i hükümler arttıkça, iman da artar. Bu ise Peygamber’in (s.a.v.) asrından başka bir zaman için düşünülemez. Bu ayet şöyle de te’vil edilmiştir. İman ve tasdikte sabit ve daim olmak, her an iman üzerine bir ziyadeliktir. Yani zamanın artması ile iman da bu manada artmış olur. Çünkü iman, iman ile kaim olan bir araz, bir sıfattır. Ancak emsalinin yenilenmesi suretiyle varlık ve devamlılık arzeder. Zira bir araz iki zamanda baki olmaz. İmanın artması, bereket ve tesirinin artması, nurunun parlaması ve kalp içindeki ilahi ışığın kuvvetlenip artması anlamına da gelir.



Sözün özü şudur: Ehl-i Sünnet’e ve muhakkik alimlerin çoğunluğuna göre iman; hakikatı ve taalluk ettiği şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabul etmez. İmanda ziyade ve noksandan maksat; imanın kuvvetli veya zayıf olması demektir. Bir müslümanın imanı, bu manada daha kuvvetli veya daha zayıf olabilir. Nitekim, mesela müslümanlardan herhangi birinin imanının, Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin imanı veya Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) imanı kadar tahkik ve yakin bakımından kuvvetli olmadığında, ittifak, hatta icma vardır. Mesela peygamberlerin, Allah Teala’ya ve meleklere imandaki tasdik ve yakini ümmetten birinin tasdiki ve yakini gibi değildir. İmam Fahruddin er-Razi’ye göre; tasdikte aranan yakinin üç derecesi vardır. Bunlar; ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin’dir. Üçüncüsü ikincisinden, ikincisi de birincisinden daha kuvvetli ve yüksektir. Bu yakin derecelerine göre, bir müslümanın imanı diğerlerinden daha kuvvetli veya zayıf olabilir. İman kuvvetinde hakka’l-yakin derecesine ulaşmak; peygamberlere, ilim sahibi evliyaullah’a ve ilmiyle amil, büyük alimlere mahsustur. Bu esasa göre; imanın kemalinden sayılan amel ve taat (salih amel ve ibadetler)in fazla olması, imana kuvvet; eksik olması ise zayıflık verir.



Önemli bir husus da şudur: Şayet amel imanın hakikatından bir rükun olsaydı, büyük günah işleyen asi müslümanların iman dairesinden çıkmaları ve tekfir edilmeleri gerekirdi. Bu ise çoğunluğu avam olan ve bir büyük günah işlemekten kurtulamayan, ama kalbi imanla mutmain olarak Rabbinin af ve mağfiretinden ümidini kesmeyen milyonlarca müslüman için, çok acı bir son, çok katı ve tehlikeli bir hüküm olurdu. Halbuki Ehl-i Sünnet alimlerine göre; yanılıp işlenen büyük bir günah sahibini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Ancak işlenen günahı helâl saymamak, onu hafife veya alaya almamak şarttır. Nitekim Asr-ı Saadetten günümüze kadar, kebire (büyük günah) sahibi olanlar, âsi müslüman sayılmış iseler de, işledikleri büyük günahlardan dolayı –tevbe etmeseler dahi- mü’min ve ehl-i kıble sayılarak tekfir edilmemişlerdir. Bu gibiler ölünce, namazları kılınmış, kendileri için dua ve istiğfarda bulunulmuş ve müslüman mezarlığına gömülmüşlerdir. O halde kebire sahibi âsi müslümanların mü’min olduklarında, ölünce kendilerine müslüman muamelesi yapılması gerektiğinde icma’ vardır.



Sonuç olarak şu gerçeği de iyi bilmek gerekir ki; hakiki imana sahip gerçek mü’min olan (ergeç) Cennete girmek mümkün olmamakta ise de, Allah’ın rızasını kazanarak Cehennem azabından kurtulmak ve Cennete girerek ebedi saadete ermek te, ancak, yakini imanla beraber, Allah Teala’ya hakkıyla ibadet etmek ve salih amel işlemekle mümkün olacaktır. Allah’ın rahmet ve mağfireti, takva sahibi olan gerçek mü’minlerdir.[505]



İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde  imanın  azaldığı  ve  küfre  yaklaştığı  görülür.  Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz:



"Bir sure indirildiği zaman, münafıklar arasında  'bu sure, hanginizin imanını artırdı?'  diyenler vardır. İşte o sure iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler." (Tevbe: 9/124) 



"Onlara bazı kimseler,  'insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun." demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve  'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.' demişlerdi." (Al-i İmran: 3/173)



“Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzab: 33/22)



“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri  okunduğu  zaman  bu,  imanlarını  artırır.”  (Enfal: 8/2) 



“Kitap  verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” (Müddessir: 74/31)



“Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvalarını vermiştir.” (Muhammed: 47/17)



"Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar." (Nisa: 4/46)



İman muhteva (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez.



"Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayatında zillet, kıyamet gününde azabın en şiddetlisine uğratılmaktır." (Bakara: 2/85)



Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilah edinen menfaatperest kimsedir. [505]