İnsanı İhya Ve Sabır

“Gerçek şu ki, sen, sevdiğini  hidayete  erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir. O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas, 28/56) diye buyuruyor Rabbimiz Allah...



Bu ayet-i kerimenin iniş sebebine baktığımız zaman olayı çok daha iyi anlayabiliriz...



Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), amcası (Ebu Talib)’e:



“La ilâhe illallah de, bunun sebebiyle kıyamet gününde ben, senin lehine şehadet edeceğim.” buyurdu.



Amcası (Ebu Talib):



- Kureyş, beni ayıplayarak: Ebu Talib’i buna, ancak korku sevketti, demeseler, seni mutlaka memnun ederdim, dedi.



Bunun üzerine Allah:



“Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, an­cak Allah, dilediğini hidayete eriştirir.” (Kasas, 28/56) aye­tini indirdi.[364]



İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu ayetin tefsirinde şunları beyan ediyor:



“Hak Teâlâ, bu ayette, ‘Sen, sevdiğini hidayete erdi­re­mezsin.’ buyurmuş. Bir başka ayetinde ise: ‘Şübhesiz sen, dosdoğru bir yola hidayet edersin.’ (Şûra, 42/52) bu­yur­muş­tur. Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e nisbet ettiği, ya­pacağını söylediği ‘Hidayet’ davet ve açıklamadır. Ona nisbet etme­diği ‘Hidayet ediş’ ise, imana göğsü açma ve muvaffakiyet verme mânâsındaki hidayettir. Zirâ bu imana muvaffaki­yet ve göğsü açma, kalbe verilen ve saye­sinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur. Nitekim Cenab-ı Hak:



‘Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar ara­sında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse...’ (En’âm, 6/122) buyurmuştur.”[365]



İnsanları, iman ve salih amel yönüyle ihya etmek va­zifesini üstlenen muvahhid mü’minlerin yapacağı şey, on­ları bilgilendirmek, onlara öğretmek ve onları eğit­mektir... Kendilerine İslâm’ı tebliğ etmek, iyiliği, hayrı, doğruyu ve insan fıtratına uygun olanı anlatmaktır… Kendi­lerine dos­doğru olanı tebliğ etmiş olduğu insanlar, eğer İslâm’ı kabul eder, inanır ve emrolundukları gibi yaşamak isterlerse, onlarla kardeş olup, İslâm kardeşliğinin gere­ğini yapmak, mü’min müslümanın bir kulluk vazifesidir... O, en yakın­ları ve sevdiklerine de İslâm’ı tebliğ edip anlata­cak, kendisi­nin tanımadığı uzakta olanlara da imkânı el­verdiği ölçüde ulaşıp Allah’ın dinini izah edecektir... Onla­rın hidayetlerine vesile olmaya çalışacak, üzerine düşeni en iyi şekilde yap­maya gayret edecektir... Hidayet vermek, Rabbimiz Allah Teâlâ’ya aiddir...



İhya eri olan muvahhid mü’min, kendilerine İslâm’ı tebliğ edip, dosdoğru yola davet ettikleri insanlar, ona ve anlattıklarına karşı gevşek davranıp kayıtsız kalabilirler... Onun anlattığı doğruları kabul etmeyebilir, hatta yalanla­yıp karşı da çıkabilirler... Muvahhid mü’min, her zaman olduğu gibi, insan eğitiminde de çok sabırlı olacak ve ilk tepkiler­den dolayı yılmayacak, insanlardan umut kesmeye­cek ve “Niye inanmıyorlar?” diye kendisini yıpratmayacak­tır... İnsanı ihya ve onu eğitmek, en zor işlerdendir... Çok sabır isteyen bir vazifedir... İhya eri, kendisine düşen va­zifesini hak­kıyla yapacak ve muhatablarına hidayet ver­mesi için Rabbi Allah’a çok dua edecektir... Onun, sığına­cağı ve kendisin­den yardım dileyeceği yalnızca Rabbi Al­lah’dır...



Rabbimiz Allah, Rasulullah (s.a.s.)’e ve onun varisleri olan muvahhid mü’minlere şöyle buyurur:



“Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yüküm­lülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.” (Bakara, 2/272)



“Şimdi onlar, bu söze (Kur’an’a) inanmayacak olur­larsa sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi?)” (Kehf, 18/6)



“Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şübhesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erişti­rir. Öyleyse onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin (kendini üzerek mahvetme).



Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir.” (Fatır, 35/8)



“Onlar, mü’min olmayacaklar diye neredeyse kendini kahrede­ceksin (öyle mi?)” (Şuara, 26/3)



Mü’minlere pek düşkün, sıkıntıya düşmeleri gücüne giden, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan Rasulullah (s.a.s.)[366] ve onun varisleri olan muvahhid şahsiyetler in­sanların gerçeği bilip anlamaları için bütün imkânlarını se­ferber etmişlerdir... Onlar, insanların hidayet bulması için çok çalışmış, muhatablarında gördükleri olumsuzluklar kendilerini son derece üzmüştür... Rabbimiz Allah, zikredi­len ayet-i kerimelerde, başta Rasulullah (s.a.s.)’i, sonra ihya erleri olan muvahhid mü’min kullarını teselli etmektedir...



Şöyle buyurmakta Rabbimiz Allah:



“Sen, affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği (örfü) emret ve cahil­lerden yüz çevir.



Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın.



(Allah’dan) sakınanlara şeytandan bir vesvese erişti­ğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip anarlar), sonra hemen bakarsın ki, görüp bilmişlerdir.” (A’râf, 7/199-200)



İslâm davetçisinin karşısına, hevasını ilâh edinen veya hevasını ilâh edinene itaat edip onu Rab edinmiş olanlar her zaman çıkabilir... Akîde konusunda şirk ve küfrün içinde olan birçok kişilere muhatab olur İslâm davetçisi... Onları İs­lâm’a davet ederken, onlara doğruları anlatmaya çalışır­ken, Kur’an ile hareket eden ve mücadelesini en güzel şe­kilde yürüten muvahhid şahsiyet, muhatabının inanç prob­lem­lerini, psikolojik ve sosyolojik yapısını göz önünde bu­lun­durmalıdır...



Rabbimiz Allah, hevasını ilâhlaştıran, küfür ve şirk içinde olan insan tipini şöyle beyan buyurur:



“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilâh edineni gör­dün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?



Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir, ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler, hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı)dırlar.” (Furkan, 25/43-44)



İbn Abbas (r. anhuma) dedi ki:



- Hevâ, Allah’tan başka kendisine ibadet olunan bir ilâhtır. Sonra bu ayet-i kerimeyi okudu. “Heva ve hevesini ilâh edinen kimse” buyruğunun, heva ve hevesine itaat eden kimse, anlamında olduğu da söylenmiştir.



el-Hasen’den rivayete göre:



- O neyi severse, mutlaka ona tabi olan kimse, diye açıklandığı nakledilmiştir ki, anlam birdir.



“O kimseye sen mi vekil olacaksın?” Onu, imana geri döndürüp bu fesaddan çıkartıncaya kadar onu koruyacak ve ona kefil olacak sen misin? Yani hidayet ve sa­pıklık se­nin iradene havale edilmiş, bırakılmış değildir. Sana düşen ancak tebliğdir.[367]



“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) bü­yük bir cihad ver.” (Furkan, 25/52)



Müşrik ve kâfir olanlara İslâm’ı tebliğ ederken, akılla­rını erdirmeye ve Kur’an-ı Kerim’i izah etmeye çalışmak gerekir... Tebliğ ve davet metodu, Allah Teâlâ’nın Kur’an’da öğrettiği ve Rasulullah (s.a.s.)’in uyguladığı metod olmalı­dır...



Çağın şirk ve küfür ideolojilerine inanan ve inandıkla­rına sadık olan, hatta o uğurda canlarını veren kişilerle konuşurken, onların şirk ve küfrünü tasdik etmeyerek, hür­met duymayarak, onlara tebliğ edilmelidir... Küfür ve şirk ehline itaat asla mümkün değildir... Onların küfür ve şirk­ten kay­naklanan fikirlerine saygı duymak, bir mü’min müslüman için imkânsız bir şeydir... Kendileri saldırgan harbîler olma­dıkları müddetçe onlarla iyi geçinmek, insanî ilişkileri güzel bir şekilde sürdürmek ve yumuşak davra­narak tebliğ etmek, mü’minlerin vazifesidir... Böyle bir durum, çok sabır ve tahammül gerektiren bir şeydir...



İslâm ile yeni tanışanlar ve akîdenin inceliklerini kavra­yamayanlar, zaman zaman akîdeye ters düşen sözler söyle­yip istekte bulunabilirler... Onların cehaletleri, kendi­lerinin durumları göz önünde bulundurularak bir özür olarak kabul edilir... Onlara karşı sert davranmadan, öfke­lenmeden ve kendilerini ürkütüp kırmadan, bu sözlerinin, bu fikirleri­nin, bu isteklerinin yanlış olduğu beyan edilme­lidir... İhya erleri olan mü’min müslümanlar, insanları ihya etmeye çalı­şırken, hiçbir şey bilmeyen birisi nasıl eği­tilecek ise, öyle davranmalıdırlar... Çünkü onlara yepyeni bir hayat öğretil­mektedir... Onlar, bugüne kadar öğrendik­leri birçok değeri bırakıp onun yerine yeni değerler kabul edeceklerdir... Bir zamanlar hararetle savunduğu, uğrunda kavga ettiği, savaş verdiği, hatta kan döktüğü ideolojisini terk edecek ve Hak Din İslâm’a girecektir... Böyle bir değişim, birçok insan için basit olmasa gerektir... İnsanın zor­landığı, nefsi, çevresi ve toplumu tarafından baskı altında tutulduğu, horlandığı bir hâldir bu!.. Bundan dolayı ken­dilerine merhametle yakla­şılmalı, aşırı olmamak üzere hoş­görülü davranılmalıdır... Bu merhamet ve hoşgörü çerçeve­sinde eğitim ve öğretimleri yapılmalı, kendilerine iman ve salih amelin incelikleri öğre­tilmelidir...



Ebu Vakid el-Leysî (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), (Mekke’den) Huneyn’e çıktığı za­man (yolda) müşriklerin, “Zat-ı Envat” adı verilen ve üzerine silahlarını astıkları bir (köknar) ağacına uğradı.



- Ya Rasulallah, onların  Zat-ı Envat’ı olduğu gibi, bize de bir Zat-ı Envat tayin et!.. dediler.



Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):



“Sübhanallah! Bu söz, Musa’nın kavminin:



- Ey Musa, onların ilâhları (var, onların ki) gibi sen de bize bir ilâh yap, (A’raf 7/138) demesine benzedi.



Nefsim, yed-i kudretinde (benliğime hakim) olan Zât’a yemin ederim ki, siz de kendinizden önceki (Yahudi ve Hı­ristiyan) milletlerin yoluna mutlaka uyacaksınız!” bu­yurdu.[368]



İmam Taberî (rh.a.) şöyle diyor:



“Rasulullah (s.a.s.), bu hadis-i şerifi ile müslümanları, Allah’a ortak koşmaya sevkedecek bütün tavır ve hareketlerden sakındırmakta ve bu tür davranışlarda iyi niyetli olmanın fayda vermeyeceğine işaret buyurmaktadır.”[369]



Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in hatırlatmış olduğu ayet-i kerimedeki olay Rabbimiz Allah tarafından beyan buyrulmakta, Musa (a.s.)’ın kavminin içine düştükleri ce­halete karşı Ulu’l-azm Rasullerden olan Musa (a.s.)’ın tavrı nakledilmektedir...



“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki:



‘Ey Musa, onların ilâhları (var, onların ki) gibi, sen de bize bir ilâh yap.’



O (Musa): ‘Siz, gerçekten cahillik etmekte olan bir ka­vimsi­niz.’ dedi.



‘Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir.



O, sizi âlemlere üstün kılmışken, ben, size Allah’tan başka bir ilâh mı arayacağım?’



Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bıra­kıp, erkek çocuklarınızı öldüren Fir’avn’ın ailesinden sizi kurtar­dık. Bunda, Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan var.” (A’râf, 7/138-141)[370]



Cehalet içinde olan bilgisiz ve görgüsüz fertlerin ve toplumların öğretilip eğitilmeleri basit bir olay değildir... Onlarla ilgilenmek, cahilliklerini bilgi haline getirmek, kaba-sabalıklarını yontup adam etmek kolay bir şey olmadığı malumdur... Sabır edilişten dolayı sabır taşının çat­ladığı olay, cahil insanların eğitim ve öğretimidir... Bunu, Allah Teâlâ’nın Rasul ve Nebîleri başarmışlardır... Onların varis­leri olan, muvahhid mü’minler de becermeye ve ba­şarmaya gayret etmelidirler...



Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), mescidde otururken bir bedevî, mes­cide girip namaz kıldı.  Sonra da:



- Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet eyle. Bizimle beraber bir başkasına rahmet eyleme (acıma), dedi.



Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):



“Geniş olan şeyi men ettin (Allah’ın geniş tuttuğu rahmetini daralttın).” buyurdu.



Aradan fazla bir zaman geçmeden bedevî, mescidin içinde (bir kenara) bevletti. Bunu gören sahabîler, bedevîye doğru koştular. Fakat Rasulullah (s.a.s.), onlara mani oldu ve:



“Siz, ancak kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştı­rıcı olarak değil. O (bedevînin) bevli üzerine büyük bir kova dolusu veya doluya yakın su dökünüz.” buyurdu.[371]



Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:



Bir defa biz, mescidde Rasulullah (s.a.s.) ile birlikte bu­lunuyorduk. Ansızın bir bedevî çıkageldi ve mescidin içine bevletmeye kalkıştı. Bunun üzerine Rasulullah’ın ashabı:



- Heey!.. Heey!.. dediler.           



  Rasulullah (s.a.s.):



“Onun bevlini kesmeyin! Bırakın onu!” buyurdu. Ashab da, bevlini bitirinceye kadar onu bıraktılar. Sonra Rasulullah (s.a.s.), onu çağırarak kendisine şunları söyledi:



“Şübhesiz ki, bu mescidler, ne şu bevlden, ne de pislik­ten hiçbir şeye yaramazlar. Bunlar, ancak Allah (Azze ve Celle’yi) anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için (bina edilmişler)dir.”



Yahud Rasulullah (s.a.s.)’in dediği gibidir. Daha sonra Rasulullah (s.a.s.), cemaatten birine emir buyurdu. O da bir kova su getirerek, bevlin üzerine serpti.[372]



İnsanları uyarmaya çalışan, onları Allah’a davet edip ihya etmeye gayret eden muvahhid mü’minler, gerek muhatabı olan inanmayan veya fasık olan ferdlerden, ge­rekse Allah’ın kullarını kendisine kul yapan mevcud tağutî ege­menlerden çok acı ve çirkin sözler duyup, hakaret gör­mekle beraber, hapishane, işkence ve zindan ona mekan olur. Bu gerçeğin daha önceden bilinip hesaba katılması gerekir ki, ihya erleri, kendilerini ona göre hazırlamalı ve sabrı ku­şanmalıdırlar...



Mü’minlerin hayat örneği olan önderimiz Rasulullah (s.a.s.) ve diğer Rasullerin hayatları, muvahhid şahsiyetler için birer derstir... Onların mücadelesi ve tavrı, mü’minler için tavsiye edilmiştir...



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor:



Şimdi ben, Rasulullah (s.a.s.)’in yüzüne bakıyor gibi­yim: O, peygamberlerden bir peygamberi hikaye ediyordu ki, kavmi, onu dövmüş de kan içinde bırakmışlar. Fakat o, yüzünden hem kanı siliyor, hem de:



- Ya Allah, kavmimi mağfiret eyle! Çünkü onlar bilmiyorlar, diyordu.”[373]                                                 



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:



Rasulullah (s.a.s.), -Huneyn savaşı sonunda- bir gani­met taksimi yapmıştı. Bu sırada (cahil bedevî) bir adam:



- Şübhesiz bu, kendisinde Allah’ın rızası kast olunma­yan bir taksimdir, dedi.                 



Ben de, onun bu sözünü Rasulullah’a haber verdim. Rasulullah, bu sözden çok öfkelendi. 



Hatta ben, O’nun yüzünde öfke eserini gördüm.



Sonra Rasulullah (s.a.s.):



“Allah, Musa’ya rahmet eylesin! Yemin olsun o, bun­dan daha çok sözlerle ezalandırılmıştı da sabretmişti.” bu­yurdu.[374]



Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)‘dan:



Aişe, Rasulullah (s.a.s.)’e:



- Sana, Uhud gününden daha şiddetli bir gün erişti mi? dedi.



O da :



“Yemin olsun ki, kavmin Kureyş’den gelen birçok zor­lukla karşılaştım. Fakat onlardan Akabe günü karşılaştığım zorluk, hepsinden şiddetli idi. Şöyle ki:



Ben, (Kureyş’den gördüğüm ezâ üzerine Taif’e gidip) hayatımın korunmasını Abdu Kulal’ın oğlu İbn Abdu Yalil’e teklif ettiğim zaman o, benim dileğime cevab ver­memişti. Ben de kederli ve hayretli bir halde yüzümün doğ­rusuna (Mekke’ye) dönmüştüm. Bu hayretim Karnu’s-Sealib mevkiine kadar devam etti. Burada başımı kaldırıp (semaya) baktığımda, beni gölgelemekte olan bir bulut gör­düm.



Buluta (dikkatle) baktığımda bunun içinde Cibril’in bu­lunduğunu gördüm.



Cibril, bana nidâ etti de:



-Allah, kavminin senin hakkında dediklerini ve seni korumayı reddettiklerini muhakkak işitti. Ve Allah, sana şu Dağlar Meleği’ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, ona emredebilirsin, dedi.



Bunun üzerine Dağlar Meleği, bana nidâ edip selâm verdi. Sonra:



-Ya Muhammed, Cibril’in bu söylediği bir hakikattır. Sen, ne istersen emrine hazırım. Eğer Ebu Kubeys ile Kuaykan denilen şu iki yalçın dağı Mekkeliler üzerine kapaklamamı istersen (onu da emret), dedi.



Buna karşı Rasulullah (s.a.s.):



“Hayır, ben Allah’ın bu müşriklerin sulbunden yalnız Allah’a ibadet eder ve Allah’a hiçbir şeyi ortak kılmaz (muvahhid) bir nesil meydana çıkarmasını arzu ede­rim.” dedi.[375]



Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Benim meselimle insanların meseli, ancak şu adamın meseli gibidir:



O, bir ateş yaktı da, ateşin ışığı etrafını aydınlattığı za­man, küçük kelebekler ve ateşin içine düşer olan şu hayvancıklar, ateşin içine düşmeye başladılar. O adam da, bu hayvancıkları geri çekmeye başladı. Fakat hayvanlar, ona galip gelip hepsi ateşin içine düşüyorlardı. İşte ben de, sizle­rin izar bağınızdan tutuyor ve sizleri ateşten çekip kurtar­maya çalışıyorum. İnsanlar ise, ateşe giriyorlar.”[376]



Ateşe girmek onun için bir zevk olan pervaneyi ateşten uzaklaştırmak kolay bir iş değildir... Dünya gururu ve kibiri içinde olan gafil insanları uyarmak, uyandırmak ve bu gu­rurdan, bu kibirden uzaklaştırmak, onların imanlı birer mütevazi  kul olmalarını sağlamak da kolay bir iş değildir... Çok çileli ve çok yorucu bir iştir... Bundan dolayı çok çalış­mak ve çok sabırlı olmak gerekir... O insanlara, içinde bu­lundukları şirk ve küfür hâlinin korkunç akibetini, kötü durumunu anlatacak, akıllarını erdirecek, şuurlandırıp vaz­geçmelerine vesile olacak bir ihya erinin, çok ta­hammüllü olması lazımdır... Onun karşılaştığı zor­luklar, başına gelen belâlar ve çektiği çile, imanının kuv­vetli, ame­linin salih olma ölçüsüncedir... İmanı ne kadar kuvvetliyse ve ihlâsı ne kadar çok ise, imtihanı da ona göre ziyadele­şir... Çünkü imanı kuvvetli ve ihlâsı sağlam olan muvahhid mü’min, zorluğa dayanıklı ve çileye karşı sabır­lıdır... Onun bu hayırlı tavrı, kendisini başarılı kılıp zafere ulaştırır... Allah’ın izni ve yardımıyla hayırlı ve güzel bir sonuca erer...



Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:



“Ya Rasulullah, hangi insanların başına gelen belâ daha şiddetli olur? dedim.



O (s.a.s.): Peygamberler, sonra sırayla (Allah katında) rütbece en üstün olanlar. Kul, dindarlığının (kuvvetliliği ve zayıflığı) durumuna göre belâya uğrar. Eğer dininde kuvvetliyse be­lâsı şiddetli olur. Ve şayet dindarlığında gevşelik-zayıflık olursa, dindarlığı derecesine göre belâya uğrar. Belâ, kuldan ayrılmaz (peşini bırakmaz). Nihayet kul (uğradığı belâlarla günahlarından arınıp) üzerinde hiç günah kalmayarak yer­yüzünde dolaşınca belâ, onun peşini bırakır.”[377]



Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan ve insanlığın kurtuluşu için şart görülen bu vazifeyi  yaparken, çok yumuşak olunmalı, öfkeye hâkim bir tavır sergilenmelidir... Hilm sahibi olan mü’minler, bu vazifede başarılı olurlar...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Onlar, bollukta ve darlıkta infak edenler, öfkelerini ye­nenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)



Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:



Bir adam -ki o, Cariyetu’bnu Kudame’dir- Rasulullah (s.a.s.)’e:



- Bana, bir nasihat tavsiye et, dileğinde bulundu.



Rasulullah, ona:



“Gadaplanma (kızma/sinirlenme)!” buyurdu.



Bunun üzerine o kişi, Rasulullah’dan tekrar tekrar nasi­hat tavsiye etmesini istedi. Her defasında Rasulullah, ona:



“Gadaplanma!” nasihatinde bulundu.[378]



İmam Muhammed b. İdris eş-Şafi (r.a.), nasihat konu­sunda şöyle diyor:



“Herkesi uyarmak, müslümanlara bir nasihattır. Müs­lümanlara nasihatte bulunmak ise, terk edilmemesi gereken bir farzdır. Bu, daha çok sevab kazanmaya vesile olup onu, ancak kendini aldatan ve nasibleneceği yeri bilmeyen terk eder. Bu nasihat görevi yanında müslümanların, gerçeği izah etmeleri de gerekir. Hakkı yerine getirmek ve müslümanlara nasihatta bulunmak da Allah’a itaattır. Al­lah’a itaat ise, bütün hayırları içine alır.”[379]



Rabbimiz Allah’ın izni ve yardımıyla yapılan bu imanlı, ihlâslı ve azimli çalışma sonucunda insanlar, şuurlanıp İs­lâm ile tanışırlar... Gerçekleri idrak eder, böylece iman edip muvahhid mü’minlerin safına katılır...



Asr-ı Saadet’e bakıldığında, Rasulullah (s.a.s.) ile Ashab-ı Kiram’ın çalışmaları ve gayretleri sonucunda in­sanların değişmiş olduğu görülür... Putlara tapan, onlara hürmet gösterip üzerlerine toz kondurmayan, hatta onları koruma adına kanlarını döküp canlarını fedâ edenlerin, iman ettikten sonra onları elleriyle nasıl parçaladıkları gö­rülür!.. Sabırlı eğitimin, mutlu sonucu!..



İbnül-Kelbî, “Kitabu’l- Esnâm” adlı eserinde şöyle diyor:



“Mekkeli her ev sahibinin bir putu vardı. Evlerinde ona tapınırlardı. Birisi, bir yolculuğa niyetlendiğinde, evinde yaptığı son iş, eliyle ona dokunmak olurdu. Yoldan döndü­ğünde de evine girer girmez yaptığı ilk iş, aynı şekilde eliyle ona dokunmak olurdu.”[380]



Cahiliyye döneminin putperest müşrik ve kâfir insan­ları, İslâm Dini’ni kabul edip iman edince, o kadar değer ver­dikleri ve kendilerine ilâh yaptıkları bütün putları elle­riyle paramparça ettiler...



Mekke’nin fetih günü, ayrıca put kırma günü oldu... Put kırma hareketini, put kıran İbrahim (a.s.)’ın evladından olan Rasulullah (s.a.s.) başlattı...



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor:



Mekke’nin fethi günü, Rasulullah (s.a.s.) Harem’e girdi. Halbuki Kâbe’nin etrafında ibadet için dikilmiş (kurşunla tutturulmuş) üç yüz altmış put vardı.



Rasulullah (s.a.s.), elindeki değnekle bunlara dürtüyor ve:



“Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şübhesiz batıl, yok olu­cudur.” (İsra 17/81) ayetini okuyordu.[381]



Abdullah İbn Abbas (r. anhuma) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), Fetih gününde, bineği üzerinde Mekke’ye girdi ve onun üzerinde tavaf yaptı. Beyt’in etra­fında kurşunla bağlanmış putlar vardı. Peygamber (s.a.s.), elindeki bir ağaç dalı ile putlara işaret ediyor ve şöyle diyor-du:



“Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şübhesiz batıl, yok olu­cudur.” (İsra, 17/81)



Onlardan her bir puta doğru, onun yüzüne işaret etmezdi, illâ o, sırt üstü düşerdi. Hiçbir putun ensesine işa­ret etmezdi, illâ yüzü üstüne düşerdi. Nihayet onlardan hiçbir put kalmadı ki, düşmemiş olsun.[382]



 İbn İshâk şöyle demiştir:



- Mekke fethedildiği gün Peygamber (s.a.s.) öğle nama­zını kıldığı zaman, bütün putların toplanarak bir araya geti­rilmesini ve kırılıp yakılmasını emretti. Emir gereğince, bütün putlar bir araya getirildikten sonra kırılarak ateşte yakıldı.



Abbas b. Abdi’l-Muttalib, Hz. Peygamber’in içmesi için Zemzem kuyusundan bir kova su çıkardı. Hz. Peygamber de bu sudan içtikten sonra, “Hubel” adlı putun kırılmasını emretti.



Hz. Peygamber, bizzat Hubel’in üzerine çıkarak hep be­raber onu kırıp parçaladılar.



Hubel putunun kırılması üzerine Zübeyr b. Avvam, Ebu Süfyan b. Harb’e:



- Ey Ebu Süfyan, Hubel kırıldı. Halbuki Uhud muhare­besinde onun, sana in’amda bulunduğuna inandığın devirlerde sen, ondan ötürü gurur içindeydin, dedi.



Ebu Süfyan’da buna cevab olarak:



- Ey Avvam oğlu, sen artık bunu bırak! Eğer Muham­med’in İlâhı’na ortak başka bir şerik bulunacak olsaydı, durum başka türlü olurdu, dedi.



Vakidî, hocalarından rivayeten  şöyle demiştir:



Mekke fethedildiği gün, bir dellâl şöyle sesleniyordu:



- Kim Allah’a ve Rasulüne inanıyorsa, evinde put bı­rakmasın, kırsın!..



Bu nidâlardan sonra müslümanlar, gördükleri bütün putları kırıyorlardı. Hatta öyle ki, İkrime b. Ebu Cehil, müslüman olunca, Kureyşlilerden kimin evinde put oldu­ğunu duyarsa, onun evine giderek o putu kırardı. Halbuki İkrime, müslümanlığı kabulünden önce, put imâl edip sa­tan tüccarın başı idi. Mekke’de Kureyş’den olup evinde put bulunmayan hiçbir kimse yoktu.



Cübeyr b. Mu’tim’den şöyle dediği rivayet olunmuş­tur:



Mekke fethedildiği zaman, Rasulullah (s.a.s.)’in tayin ettiği bir dellâl şu ilânı yapıyordu:



- Kim Allah’a ve Rasulüne inanıyorsa, evinde put bı­rakmasın, kırıp yaksın! Onun parası haramdır.



Bundan evvel Mekke’de putların tavaf olunduğunu, köylülerin onu satın alarak evlerine götürdüklerini görürdüm. Kureyşli her şahsın evinde mutlaka bir put bulunur, eve girip çıktıkları zaman bu puta teberrüken sürünürlerdi.



Vâkıdî şöyle demiştir:



Utbe’nin kızı Hind (Ebu Süfyan’ın karısı) müslüman olunca, evinde bulunan putu:



- Senden dolayı bizler gururlanıyorduk, diyerek, ke­ser ile kırıp parça parça etmişti.[383]



Kendilerine İslâm’ın tebliğ edildiği, Tevhid’in anla­tıldığı putperest müşrik insanlar, katıksız iman ettikten sonra bu hâle gelmişlerdi... Elleriyle yapıp tapındıkları put ilâhlarını, yine elleriyle kırıyor ve bir daha gündeme getirmemek için yakıyor, ya da çöplüğe atıyorlardı...



Akîdedeki bu köklü değişim, kalblerde ve beyinlerde meydan gelen Tevhidî inkilâb, ahlâk sahasını da fethedip büyük bir değişime uğrattı... Toplumun şirk akîdesi, ye­rini Tevhid akîdesine bırakırken, şirk ahlâkının yerini Tevhid ahlâkı alıyordu... Şirke göre yapılanan toplum, ahlâksızlık üzerine bina edilmişti... Tevhid’e göre yapılanan İslâm toplumunun ahlâkı, imanın gereği olan ahlâkî anlayış idi... İman neyi gerektiriyorsa, yani Allah ve Rasulü (s.a.s.) neyi emrediyorsa hemen yapılıyor, neyi yasaklıyorsa ondan hemen vazgeçiliyordu... İçkinin ha­ram kılınışı, buna en çarpıcı ve apaçık bir örnektir...



Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:



Ben, o gün Ebu Talha’nın evinde içki içmekte olan bir topluluğa sakilik ediyordum. Hamrın (içkinin) haram kılın­dığı hakkındaki kelâm indi.



Rasulullah (s.a.s.), bir nidâcıya emredip ilân ettirdi. Bu sesi işitince Ebu Talha, bana:



- Çık bak, bu ses nedir? dedi.



- Ben de çıktım, sonra dönüp:



- O nidâcı: Ey mü’minler, biliniz ki, şarap haram kı­lınmıştır! diye nidâ edip ilân ediyor, dedim.



Bunun üzerine Ebu Talha, bana:



-Haydi git, o şarabı dök! dedi.



(Döktüm, herkes de evindeki şarabını döktü.) Medine sokaklarında su gibi şarab aktı.[384]



İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:



Bir adam, Rasulullah (s.a.s.)’e bir tulum şarab hediye etti.



Rasulullah (s.a.s.):



“Bilir misin ki Allah, bunu haram kılmıştır?” buyurdu.



- Hayır, cevabını verdi ve hemen birine bir şeyler fısıl­dadı. Rasulullah (s.a.s.):



“Ona ne fısıldadın?” diye sordu. Adam:



- Şarabı satmasını emrettim, dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır.” buyurdu.



Bunun üzerine adam, tulumu açtı, içindeki (akıp) gitti.[385]



İşte katıksız imanın ve sabırla eğitimin zaferi!..[386]


Ve'l-Asr
i1 harfi