Ve'l-Asr

“Asra andolsun.” (Asr, 103/1) diye yemin ediyor Âlemlerin Rabbi Allah!.. Yaratmış olduğu “Asr”a, yani bütün zamana yemin eden Rabbimiz Allah Teâlâ, zaman içinde işlenen olay­lara dikkat çekmektedir…



“Ayette geçen, ‘Asr’ kelimesi, Abdullah b. Abbas (r. anhuma) tarafından:



- Gündüzün bir bölümü,



Hasan el-Basrî (rh.a.) tarafından:



- Günün son yarısı, şeklinde izah edilmişse de Taberî (rh.a.)’in de tercih ettiği görüşe göre bu kelimeden maksad:



- Mutlak zaman, demektir.



Allah Teâlâ burada, zamana yemin etmektedir. Bu ifa­denin içine gündüz de, gece de girmektedir.”[275]



Üzerine yemin ederek yarattığı zamana dikkat çeken Rabbimiz Allah, zaman içinde imtihan olunan ve yalnızca kendisine ibadet etsinler diye yarattığı insanın,[276] imtihanda başarısız olup ziyanda olduğunu beyan buyurur:



“Gerçekten insan, ziyandadır.” (Asr, 103/2)



İslâm Milleti’nin mutlak müctehid ulemâsından İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle diyor:



- Cenab-ı Hakk, pazar zamanının sona ermesinin, tica­retin ve kazancın sona erdiklerine dikkat çekmek için işte bu vakte yemin etmiştir. Şimdi sen, bir şey kazanmadan eve girersen, çoluk-çocuğun da etrafını sarar da, herkes kendi payına düşeni senden isterse (ve de bunları veremez­sen), o anda mahcub olur, ziyan içinde olanlardan olmuş olursun.



İşte aynen bunun gibi, biz de diyoruz ki, “Ve’l-Asr” yani dünyanın ömrünün ikindi zamanına yemin olsun ki, kıyametin kopması yakındır. Halbuki sen, henüz hazırlıklı değilsin. Ve sen, yarın, bir gün, dünyada iken, içinde bu­lunduğun nimetlerden, halka karşı yaptığın muameleler­den sorgulanıp hesaba çekileceğini biliyorsun. Ve zulme uğra­mış herkesin, senden alacağının takibçisi olacağını da kesin olarak biliyorsun. O hâlde bu demektir ki sen hâsirsin.[277]



İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) de, “Tefsir-i Kebir – Mefatihu’l–Gayb” adlı meşhur tefsirinde şunları beyan eder:



“Husr, ana sermayeyi zayi etmek, elden çıkarmak de­mektir. Kişinin ana sermayesi ise, ömrüdür. Binaenaleyh kişinin, ömrü zayi etmekten uzak durabilmesi hemen he­men imkânsızdır. Bu, böyledir! Zirâ her an ve her dakika, daima insanın üzerinden geçmektedir. Şimdi bu anlar ve dakikalar, insan tarafından günah için harcanmışsa, bu kim­selerin bir hüsran içinde olduğunda şübhe yoktur. Eğer bu anlar ve dakikalar, mübah olan işlere harcanmışsa, yine hüsran söz konusudur. Çünkü o mübah olan şeyler bitti­ğinde, ondan geriye hiçbir eser kalmamıştır. Halbuki insan, bu anlar ve dakikalar içinde, eseri devamlı olacak birtakım işler yapabilirdi. Yok eğer, o an ve dakikalar, taatla geçmiş ise, hem yaptığı o taatın, ya da başkası bir taatın en güzel bir biçimde yapılması da mümkün idi. Çünkü, Allah için olan huşunun mertebesi sınırsızdır. Zirâ Cenab-ı Hakk’ın, celâl ve kahrının mertebeleri de sınırsızdır. Binaenaleyh in­sanın bu konudaki bilgisi çok ve ne kadar ileri olursa, o kimsenin, Allah’a saygısı da o nisbette ileri olur. Dolayı­sıyla, bu kim­senin, o taatleri yaparken Allah’a olan tazimi de, o nisbette tam ve en mükemmel olur. Şimdi en üstünü bırakıp da, en düşük ibadet ile yetinmek de, bir çeşit hüs­randır. Böylece insanın, bir tür hüsrandan asla uzak kala­mayacağı sabit olmuş olur.



Bil ki bu ayet, insanda temel olanın, onun bir hüsran ve pişmanlık içinde olduğuna bir dikkat çekmek gibidir. Bu­nun izahı şöyle yapılabilir:



İnsanın mutluluğu, ahireti sevmesinde, dünyaya iltifat etmeyişindedir. Çünkü ahirete götüren sebebler gizli, dünyayı sevmeye götüren sebebler ise, zahir ve açıktır. Bunlar, beş duyu organları, şehvet ve gazabtır. İşte bu yüzden, insanların ekserisi, dünya sevgisiyle meşgul olmuş, dün­yayı elde etmeye kendini vermiştir. Bu yüzden de, hep bir hüs­ran ve bir helâk içinde olmuşlardır.”[278]



İki imamın açıklamalarından anlaşıldığı gibi, insanlar bir hüsran içindedirler… Özellikle bu çağda bu hüsran, yani zarar ve ziyan meselesi, ulaşabildiği en uç noktaya ulaşmış görünmektedir… İnsanlık âlemi, insan olmak konusunda iflâs etmiş ve korkunç bir bunalımın içine saplanmıştır… Kendi korkunç intihar sonunu hazırlamış, darağacındaki urganın ilmiğini boynuna geçirmiştir… Yaratılış gayesi olan “yalnızca Allah’a kul olup ibadet etmek” gerçeğine sırt çe­virmiş, her gün ölenleri gözleriyle görüp kendi elleriyle mezara gömdüğü hâlde hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmıştır… Elde etmiş olduğu dünyalığı hiçbir insan cin­siyle paylaşmak istemediği gibi, diğerlerinin ellerinde bulu­nana nasıl sahip olabileceğinin şeytanî planlarını yapmakta ve diğerlerine hain tuzaklar kurmaktadır…



Dünyanın ve insanlık âleminin tek ağası, tek patronu, eşsiz ve benzersiz biricik sahibi olmak isteyen yeryüzünün süper zalim tağutlarının yaptığı zulüm ve sömürü yüzün­den, bütün insanlık âlemi zarar içine atılıverilmiştir… Müslümanı da, gayr-ı müslimi de ziyan içindedir… Özel­likle cahiliyye kültürünün ve zalim tağutların egemen ol­duğu işgal edilmiş İslâm topraklarındaki hayat, bir zillet, bir hüsran hayatıdır!.. Sanki fetih öncesi Mekke’nin du­rumu gibi… Şirkin, küfrün ve cahiliyyenin egemen olduğu, put­çuların hevalarının ilâhlaştığı ve öylece yönetilen Mekke!.. Yönetimi, ekonomisi, ticareti, hukuku ve sosyal hayatı, şirk ideolojisinin ilkeleriyle gerçekleştirilen Mekke’de, başta Rasulullah (s.a.s.) olması üzere iman etmiş muvahhid mü’minler, müşrik ve zalim egemen tağutlar tarafından en korkunç işkencelere tabi tutuluyorlardı!..



Hüsrana uğrayan bu müstekbir zalimler, onlar gibi ol­mak istemeyenlere zulüm ediyor, hayatı kendilerine zindan hâline getiriyorlardı… Şirk ve cahiliyye toplumlarının içinde mü’min ve müslüman olup bütün pisliklerden temizlenmek isteyenlere tahammül etmiyor ve razı olmuyorlardı… Ya kendilerine döndürecek, ya öldürecek, ya da terk-i diyâr edeceklerdi… Çünkü şirkle, küfürle, cahiliyye adetleriyle ve her türlü isyan ile kirletmiş olduk­ları top­lumlarında, muvahhid, mü’min, müslüman, muttaki, ilim sahibi ve temiz–güzel ahlâklı şahsiyetler istemiyorlardı… Lut (a.s.)’ın kâfir ve müşrik kavmi gibi…



“Hani Lut da, kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız–çirkinliği mi yapıyorsunuz?



Gerçekten siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yak­laşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsi­niz.’



Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar, çokça temizlenen (fuhuştan arınan–eşcinsellikten kaçınan) insanlarmış!’ demekten başka olmadı.” (A’râf, 7/80-82)



“Lut da, hani kavmine demişti ki: 'Siz, açıkca gördüğü­nüz hâlde, yine de o çirkin utanmazlığı yapacak mısınız?



Siz, gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz (yaptığı şeyi) bilmeyen bir kavimsiniz.'



Kavminin cevabı: 'Lut ailesini şehrimizden sürüp çıka­rın, temiz kalmak isteyen insanlarmış.' demekten başka olmadı." (Neml, 27/54-56)



Tek başına bir ümmet olan[279] ve İslâm Milleti'nin atası[280] İbrahim (a.s.)'ın müşrik, kâfir ve azgın kavmi gibi...



“(İbrahim, Kavmine) dedi ki: 'O hâlde Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?



Yuh size ve Allah'dan başka taptıklarınıza. Siz, yine de akıllanmayacak mısınız?'



Dediler ki: ‘Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilâhla­rınıza yardımda bulunun.” (Enbiya, 21/66-68)



“Bunun üzerine kavminin (İbrahim’e) cevabı yalnızca: ‘Onu öldürün, ya da yakın’ demek oldu. Böylece Allah onu, ateşten kurtardı. Şübhesiz bunda, iman eden bir ka­vim için ayetler var­dır.” (Ankebut, 29/24)



Kendilerinden birisi olanı başlarına kral yaptıktan sonra onun şirk ve küfür olan yasalarına itaat etmekle ona tapı­nıp ilâh ve rab kabul eden müşrik Mısır halkı ile başların­daki Fir’avn gibi, yani Musa (a.s.)’ın kâfir kavmi gibi...



“Fir’avn dedi ki: ‘Âlemlerin Rabbi nedir?’



(Musa) dedi ki: ‘Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer kesin bilgiyle inanıyorsanız (böyledir).’



Çevresindekilere dedi ki: ‘İşitiyor musunuz?’



(Musa) dedi ki: ‘O, sizin de Rabbiniz, geçmişteki atala­rınızın da Rabbidir.’



(Fir’avn) dedi ki: ‘Şübhesiz size gönderilmiş bulunan el­çiniz, gerçekten bir delidir.’



(Musa): ‘Eğer aklınızı kullanıyorsanız, O, doğunun da, batı­nın da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir.’ dedi.



(Fir’avn) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara, 26/23-29)



“Fir’avn dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’ya öldüreyim de o (git­sin) Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dini­nizi değiş­tirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarmasın­dan korkuyorum.’



Musa dedi ki: ‘Gerçekten ben, hesab gününe iman et­meyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığını­rım.” (Mü’min, 40/26-27)



İşte hüsrana uğramış kavimlerin, kendilerini hüsran­dan kurtulmaya davet eden ve onların kurtuluşu için çalı­şan Allah’ın Rasul ve Nebîlerine karşı tavırları böyle idi... Bugün işgal edilmiş İslâm topraklarında esaret altında yaşayan muvahhid mü’minler, Rasullerin izi üzere yürümeye ve onlar gibi davranmaya çalışırken, işgalci zalimler tara­fından aynı tepki ile karşılaşıyorlar... Yine tehdid, yine zu­lüm, yine zindan, yine işkence, yine sürgün ve yine ölüm!.. Ya ferd ferd, ya da topluca öldürülmeler, yani şehadet!..



Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yok!.. Ve kü­für, tek millettir!..



Küfür, şirk ve zulüm cephesinde olanlar, tarih boyu zi­yan içinde olmuşlardır, çağımızda bu hüsranları devam etmektedir... Zararları, yalnızca kendilerine değil, hadlerini aştıklarından dolayı bütün insanlık âlemine zarar vermek­tedirler... Madde planında süper bir güce sahib oldukları ve dünya patronluğunda egemen bulundukları için, esaretle­rinde bulunan sömürdükleri ülkeleri ve halkları da bera­berlerinde hüsran içinde sürüklemektedirler!.. Kendilerini yaktıkları gibi, başkalarını da yakmaktadırlar... Bundan dolayı yangının alanı çok geniş, alevi çok yüksek ve ateşi çok yakıcıdır...



Yegâne Rabbimiz Allah, hüsran içinde olanların içine düştükleri bu korkunç durumun sebeblerini şöyle beyan buyurur:



“Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuş­kusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.” (Nisa, 4/119)



“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğra­mışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: ‘Onda (dün­yada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize.’ derler. Dikkat edin! O işleyip yüklendikleri ne kötü­dür.” (En’âm, 6/31)



“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar, on­ların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar, yaptıklarından başkasıyla mı ceza­landırılacaklardı?” (A’râf, 7/147)



“De ki: ‘Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğ­rayacak olanları size haber vereyim mi?



Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa git­mişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyor­lar.’



İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp ettikleri boşa çıkmıştır. Kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.



İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve Rasullerimi alay ko­nusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.” (Kehf, 18/103-106)



“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer ken­disine bir fitne isabet edecek olursa, yüzü üstü dönüverir. O, dün­yayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıbtır.” (Hacc, 22/11)



İmam Kurtubî (rh.a.), tefsirinde şunları beyan eder:



“Yüce Allah’ın: ‘Kim Allah’ı bırakır da, şeytanı veli edi­nirse, yani, kim Allah’ın emrini bırakıp şeytana itaat ederse, ‘şübhesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir.’ Yani, şey­tana, Allah’ın hakkı olan bir şeyi vermek ve şey­tan dolayı­sıyla Allah’a itaati terk etmek suretiyle kendisini zarara sokmuş ve aldatmış olur.”[281]



Şeytan, hem cinlerden olur, hem de insanlardan...[282] Al­lah’a ait olan herhangi bir hakkı, cinlerden veya insanlardan şeytanlaşmış olanlara vermek ve bundan dolayı Al­lah’a itaat etmeyi terk edip o şeytanlaşmış tağuta itaat et­mek, apaçık bir hüsrandır... Günümüz dünyasına bakıldığı za­man, bu hüsran hâli apaçık görülecektir... Yeryüzüne ve insanlık âlemine egemen olan güçlere dikkat edildiğinde Al­lah’ın insan kulları, Allah’ın hükümlerini bir yana bırak­mış ve kulları üzerinde yegâne hüküm koyucu Allah’ın bu hakkını,[283] insanlara vermişlerdir... Böylece Allah’a itaatı terk edip, onlara itaat etmiş, gerek ferdî hayatı, gerekse sos­yal hayatı onların hevalarına göre koydukları hükümlere tabi ola­rak düzenlemişlerdir... Fir’avn’ın ve Nemrud’un egemen olduğu toplumlarda işlenen zulüm ve sömürü, bundan baş­kası değildi... O toplumlar, cahilî olan bütün anlayışları yükseltmiş ve hayata hakim kılmışlardı... Al­lah’ın Rasulleri olan İbrahim (a.s.) ve Musa (a.s.)’ın, yegâne Rabbleri olan Allah’dan getirdikleri hükümleri reddetmiş, hüküm koyma hakkını Fir’avn ve Nemrud’a vermiş ve onların ilâhlaştır­dıkları hevalarından ortaya koymuş ol­dukları hükümlere tabi olmuşlardı...



Cahilî toplumlarda insan, ilâhlaştırılmış ve rableştirilmiştir... İnsan, insanın kulu ve insan, insanın ilâhı olmuştur... İnsan, insanı rab edinmiştir... İnsan, in­sana ta­pınmış ve insan, insanı kul etmiştir... İnsan, kendi­sini yara­tan ve yegâne Rabbi olan Allah’a kul olmayı, yani O’nun emirlerine itaat edip hayatını Allah’ın hükümlerine göre düzenlemeyi terk edib bir yana bırakınca, kendisi gibi bir insanı ilâhlık ve rablik makamına oturtmuş, onun emirle­rine itaat edip, hayatını bu emirlere göre düzenlemiş­tir... Kula, kul olmuştur...



Yegâne hayat nizamı olan İslâm, insanı, kula kul ol­maktan kurtarıp, yegâne Rabbi Allah’a kul yapmak ve böylece yaratılış gayesine uygun bir hâle getirmek üzere inzâl edilmiştir... İslâm’ın gayesi, yeryüzünün halifesi ola­rak ya­ratılan insanı,[284] içine düştüğü bu “Esfeli’s-sâfilin” den kurta­rıp yine fıtratına uygun olan “Ahseni’t-takvim”e ulaş­tırmaktır[285]...



Bundan dolayı Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (Tevhid’e) gelin. Allah’dan başkasına kulluk etmeye­lim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kıs­mımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Âl-i İmrân, 3/64)



Şu tarihî olay da, muvahhid mü’minlerin, yegâne Rabbleri Allah Teâlâ’nın bu emrini nasıl ciddî bir şekilde uyguladığının apaçık bir delilidir:



“Sa’d (b. Ebi Vakkas), Rüstem’in talebi üzerine ikinci elçi olarak Rib’i b. Amir’i gönderdi. Rib’i, Rüstem’in maka­mına girdi. Meclisini, altın işlemeli halılar ve ipek minder­lerle döşeyip süslemişlerdi. Kıymetli yakut ve incileri, mu­azzam süsleri sergilemişlerdi. Üzerinde tacı ve diğer kıy­metli eşyaları vardı. Altından bir taht üzerinde oturmuştu.



Rib’i ise, eski elbiseler giymiş olarak makama girdi. Amma üzerinde kılıcı ve kalkanı vardı. Kısa boylu bir ata binmişti. Makama yaklaşıp atının toynağı halının ucuna basıncaya kadar at üzerinde durdu. Sonra indi. Atını, ora­daki minderlerin dayalı olduğu yerlerden birine bağladı. Üzerinde silahı, zırhı ve başında miğferi olduğu hâlde Rüstem’e yöneldi.



Muhafızlar, ona:



- Silahını indir, dedilerse de,



O:



- Ben, size gelmedim. Siz, beni çağırdığınız için geldim. Bu şekilde içeri girmemi kabul ederseniz ne âlâ, yoksa geri dönerim, dedi.



Rüstem:



- İçeri girmesine izin verin, dedi.



Bunun üzerine o da, mızrağına dayanarak Rüstem’in tahtına doğru yürüdü.



Ona:



- Sizi, buralara kadar getiren sebeb nedir? diye sordu­lar.



O da, şöyle cevab verdi:



- Cenab-ı Allah, bizi gönderdi ki, O’nun dilediği kim­se­leri, kullara kulluk etmekten kurtarıp Allah’a kul yapalım. O kimseleri, dünya sıkıntısından kurtarıp genişliğe kavuş­turalım. (Batıl) dinlerin zulüm ve baskısından kurtarıp İs­lâm’ın adaletine kavuşturalım. Cenab-ı Allah bizi, kendisine imana davet edelim diye, dini ile yaratıklarına gönderdi.  Bu dini kabul eden kimsenin durumunu kabulleniriz ve kendi­sine dokunmadan geri döneriz. Amma bu dini kabul etme­yen kimselerle, Allah’ın va’dini gerçekleştirinceye kadar sava­şırız.



- Allah’ın size va’dettiği şey nedir?



- Cennettir. İmana gelmeyen kimselerle savaşarak ölen kimse için cennet vardır. Hayatta kalan gaziler için ise, za­fer vardır.”[286]



İşte, yegâne hayat nizamı İslâm’ın gayesi ve işte, Al­lah’dan başka bütün ilâhlaştırılan tağutları reddeden, yalnızca Allah’a kul olan muvahhid mü’minlerin vazifesi!.. Bu gaye ve bu vazife, ilk gündeme geldiği günden kıyamete kadar aynı gaye ve aynı vazifedir... Asırların geçmesi, çağ­ların değişmesi, bu gaye ve bu vazifeden hiçbir şeyi değiştirmez... Bu gaye ve bu vazife, gündeme geldiği an ka­dar taze ve canlıdır... İlk günkü kadar güçlü, hareketli ve bere­ketlidir!..



Her biri, Hak Din olan İslâm’ın yerine geçip Allah’ın kullarına egemen olmak isteyen batıl, beşerî ve tağutî ideolojilerin zulüm ve baskılarından insanlık âleminin nasıl kurtulacağının yolunu ve programını beyan buyurmuştur Allah Teâlâ... Cahiliyye hükümleriyle düzenlenen hayatın, bu hüsrandan nasıl kurtulup İslâm’ın adalet nizamına ka­vuşacağının yolu ve programı, yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın emirlerine ve O’nun, insan kullarına hidayet reh­beri olarak vazifeli kılıp gönderdiği Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’in Sünneti’ne sarılıp itaat etmektir!..



Asra yemin ederek, insanların zarar ve ziyan içinde ol­duklarını beyan buyuran Rabbimiz Allah, bu hüsrandan kurtulmuş olan kullarının vasıflarını şöyle beyan buyurur:



“Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirle­rine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye eden­ler başka.” (Asr, 103/3)



Ayet-i Kerime’de beyan edilen dört vasfı üzerlerinde bulunduranlar, yani muvahhid mü’minler, hüsrandan, za­rar ve ziyandan kurtulmuşlardır... Bu muvahhid mü’minler, bu muttaki müslümanlar, Tevhid’in nuruyla ihya olmuş, İs­lâm’ın şerefli ve izzeti ile şereflenip izzet bulmuş­lardır... İhya olan bu mü’min müslümanların herbiri birer insan-ı kâ­mil olmuşlardır... İnsan-ı kâmil, mü’min-i kâmil demektir...



İşte bu ihya olmuş muvahhid şahsiyetlerin, diğer in­san­la­rın hidayet bulmasına vesile olmaları ve onları ihya etmeleri gerekir... Bu, onların kaçınılmaz ve ertelenmez a-nın vacibi olan vazifeleridir...



Katıksız iman sahibi olan muvahhid mü’minler, iman­larının gereği olan salih amelleri gereği gibi işlerler... Birbirlerine hak olanı ve Hakk’dan geleni tavsiye eder, hak olanı hayatında yaşamaya gayret ederken önüne çıkan bü­tün engelleri aşmak için direnmeyi, çalışmayı, çabalamayı, yani sabrı tavsiye ederler... Bu konuda birbirleriyle tavsiye­leştikleri gibi, bütün imkânlarınca yardımlaşmaya da gay­ret ederler...



Ubeydullah b. Hıns (rh.a.) diyor ki:



- Rasulullah (s.a.s.)’in sahabîlerinden iki kişi karşıla­şınca biri, diğerine Asr Sûresi’ni sonuna kadar okumadan ayrılmazlardı. (Sûre bitince) biri, diğerine selâm verir ayrı­lırlardı.[287]



Yeryüzünün en hayırlı nesli olan Ashab-ı Kiram’ın (Allah cümlesinden razı olsun) tavrı böyle idi... Onlardan sonra gelen, ihya erleri olan muvahhid mü’minlerin de tavrı böyle olmalıdır!.. Birbirlerine vazifelerini hatırlatan tavır!..[288]