HİLAFET - İMAMET

Arapça bir kelime olup, lûgat mânâsı; "bir kimseden sonra gelip, onun yerine geçmek ve onu temsil etmektir." İslâmî ıstılâhta: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, ona halef olarak, din ve dünya işlerinde mü'minlere emir olmak" şeklinde tarif edilmiştir. İslâm ûleması; "bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine haiz olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denilir" tarifinde müttefiktir. İbn-i Hümam Müsayere isimli eserinde: "Millet-i İslâmiyye üzerinde tasarruf-u ammeye istihkaktır"[295] şeklinde beyan etmiştir. Şimdi hilâfetin dayandığı delilleri gündeme getirelim.



Kur'ân-ı Kerîm’de: "Ey iman edenler!.. Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (ulû'lemre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu) Allah'a ve Rasûlü’ne döndürün. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir. Sana indirilen (Kur'ân-ı Kerîm)e de, senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da, her halde iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâgûtun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları (bir daha dönemiyecekleri kadar) uzak bir sapkınlıkla, büsbütün sapıtmak ister." (Nisa: 4/59-60) hükmü beyan buyurulmuştur!..



Mü'minlerin; "kime, hangi şartlarda ve nasıl" itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim ulû'lemre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (ulû'lemr'e) beyatı olmayarak ölürse, cahiliye ölümü ile ölür."[295] buyurduğu sabittir. İslâmî eserlerde halife, sultan, ulû'lemr ve imam kavramları, hep aynı mahiyeti beyan için kullanılmıştır. İbn-i Hümam, Kitabû'l-Müsayere isimli eserinde: "Mü'minlerin kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi İslâm'ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir"[295] diyerek, önemli bir noktaya işaret etmektedir. İmam Ebû Muin en-Nesefi: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı (ulû'lemr'i) görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kafir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum'a namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur"[295] hükmünü zikreder. Bazı kaynaklarda; Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra sahabenin (Rasûlullah'ı defnetmeden önce) halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır. İbn-i Abidin bu konuyla ilgili olarak şunları zikreder: "Resûl-i Ekrem (sav) pazartesi günü vefat etmiş, salı günü yahut çarşamba akşamı veya çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada Ashab-ı Kiram, herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet bugüne kadar devam ede gelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. Halifenin müslüman ve hür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya hakkı yoktur. Başkasına nasıl velî olabilir. Sabii ile deli de, köle gibidir. Kadınlardan da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hâli tesettüre mebnidir. Resûl-i Ekrem (sav) buna işaretle `Hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur?' buyurmuştur. Halife muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlûmun hakkını zalimden almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vesaireye gücü yeter olmalıdır."[295]



Kafirlerin (tâgûti güçlerin); Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü'minler üzerinde velayet hakkının bulunmayacağı hususu kat'idir.[295] Dolayısıyle mü'minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam-ı Serahsi: "Cihaddan maksad; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkanına kavuşmalarıdır'[295] diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İstilâ altında iken dahi; mü'minlerin (müstevlilerin liderine itaat etmeyip) kendi işlerinden bir imam seçmeleri vaciptir. Nitekim İbn-i Abidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: "Fetih'de bu konuda şöyle denmektedir: Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayrımüslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayrımüslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba'da (İspanya'da) bugün olduğu gibi... Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine idareci olarak seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vûkû bulan hadiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine cum'a namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir. "[295]



İbn-i Abidin'in "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş, istikâmetinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; gayrimüslim yöneticilerin (İslâmî hükümlerle hükmetmek üzere) mü'minler için Kadı (hâkim) tayinini (zarurete binaen) kabul edenlerin tezlerini zayıf görmesidir. Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sabit olan müstevlilerin tayin ettiği kadı ve cum'a imamı kabul edilemez. Çünkü "velâyet hakkı" kat'i nasslarla sabittir!..



Hilâfet sistemi ile Şia-İmamiye'nin "masum imam" anlayışı, siyasî rejim açısından farklı modelleri gündeme getirir. Ancak İslâm fıkhına uygun bir devletin kurulması noktasında, itikadî farklılaşmayı ortaya çıkarmaz. [295]