Hicretin Sonucu:

        



O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir Medinetü’n Nebi-Peygamber şehri ünvanını aldı.



Hicret, yalnızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimizin Hicretini bu şekilde yorumlamak onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.



Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlıydılar. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimizin daveti ise, onların izni, kontrolu dışında bir gelişmeydi. Üstelik O’nun davet ettiği Din, onların atalarının dinini ve ona dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygambere ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.



Nitekim öyle de oluyordu.



Bu açıdan müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşıyamıyorlar, Islamí tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâmı sosyal ve hükümleri uygulama planında topluca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolaysıyla onlardan izinsiz başka dine inanıp, başka hayat şekli seçemezlerdi.



Hicretle mü’minler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi hakimiyetlerini ve hukukí varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiilí bir varlık iken Hicret sonrası hukukí bir varlık oldular.



Hicretin altıncı yılın Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukukí bir taraf-varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an ‘en büyük fetih’ demektedir. Bu zaferin yolu Hicret’le açılmıştı.



Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terketmeselerdi ne böyle hukukí bir güce ve statüye kavuşabilirlerdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.



Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile mü’minleri yetiştirir ve islah ederken, bir taraftan da İslâmí hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâmı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak etraftaki devlet başkanları bile İslâma davet edilebilmişti.



Hicret’le toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkanına kavuştular. İslâm Medine’de güçlendi, dirildi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu.



Bu bakımdan Hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzi değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.



Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Ama hicretin espirisi, onun taşıdığı mana, onun gerekliliği ve faydaları kıyamete kadar devam edecektir. Müslümanlar İslâmı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş yeryüzünde İslâmı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru manevi hicreti sürekli yaşayacaklardır.



Bir ülkenin vatan olarak değeri orada İslâmın gereklerini yapabilmekle, kutsal değerleri yaşatabilmekle ortaya çıkar. İslâmın yaşanmasına izin verilmeyen, kutsal değerlerin ayaklar altına alındığı yerler kuru toprak parçası olmaktan öteye geçmezler. Müslümanlar, tarih boyunca sahip oldukları toprakları korumaya çalışmak durumundadırlar. Bu ülkelerin gayri müslimlerin kontrolüne girmemesi için dikkatli oldukları gibi, kendi aralarından çıkmış mürted ve bağilerin de ellerine geçmemesi için çaba sarfetmeliler. Eğer buna güçleri yetmezse, Allah’a daha iyi kulluk yapabilecekleri bir yere hicret edebilirler. Belki böylesine bir hicret yeniden dirilişe, toparlanmaya ve müslümanların işgale uğrayan topraklarına yeniden fethetmeye zemin hazırlayabilir. Zaten Hicret olayında bu şuur vardır.



Bir müslümanın temel hedefi Allahû Teâla (cc)'ya ihlâsla ibadet edebilmek. Ruhlar âleminde gerçekleşen misaka ve o misakın tabii sonucu olan emânete, hakkı ile riayet edebildiği müddetçe, yeryüzünün neresinde olursa olsun yaşayabilir. Elbette hangi halde bulunursa bulunsun, insanları, Allahû Teâla (cc)'nın dinine davet etmeye devam edecektir. Herhangi bir devlet, müslümanların ibadet etmelerine karışmaz ve tebliğ hususundaki gayretlerini sınırlamazsa mesele yoktur. Ancak bütün bunları kanunla yasaklar ve ibadet ettikleri için müslümanlara zulüm ederse, durum ne olacaktır? Bu suale cevap verebilmek için hicret kavramını açıklamak durumundayız.



Hecr veya hecran; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terketme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."[295] Tarifini esas almıştır. Râğıb el-İsfahanî, Müfredat isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Allahû Teâla (cc): "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında yalnız bırakın (vehcürûhunne)" (Nisa: 4/34) buyurmuştur. Burada kullanılan vehcürûhunne ifadesi, onlara yaklaşmamaktan kinayedir. Furkan sûresindeki "Peygamber dedi ki: `Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı metrûk (mehcûr) bir şey edindiler." (Furkan: 25/30) mealindeki âyette, kalp ile hecr veya hem kalp, hem lisan ile hecr sözkonusudur. "Onlardan güzel bir şekilde ayrıl." (Müzzemmil: 73/10) mealindeki âyette, üç türlü hecr (ayrılma) muhtemeldir. Bununla beraber; müşriklere iyi davranmakla birlikte mümkün olursa her üç şekilde de (beden, kalp ve dil) ayrılmanın (hecr etmenin) yollarını aramaya davet edilmektedir. "Uzun bir müddet benden ayrıl (vehcurni), git!" (Meryem: 19/47) mealindeki ayette de böyledir. "Âzâb(a götürecek şeyleri) terket (fehcûr)!" (Müddessir: 74/5) Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik vardır. Muhaceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terketmektir (...) Denildi ki; şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin gereğidir.'[295]



Hz. Âdem (a.s) ile başlayan tevhid mücadelesi; tâgûtî güçlerin zulmü sebebiyle, hicret eden muttaki insanların ızdırabını gündeme getirmiştir. Kâfirler ve müstekbirler daima zorbalığa başvurmuşlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Şuayb (a.s)'ın kıssası beyan edilirken, kavminin önde gelen (mele) müstekbirlerinin teklifi haber verilmiştir: "Onun (Şuayb'ın) kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen kodamanlar (devlet adamları) şöyle dedi: `Ey Şuayb, seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, ya mutlaka bizim dinimize (küfre ve şirke) döneceksiniz! O (Şuayb): `Ya istemesek de mi? dedi." (A’raf: 7/29)



Hz. Musa (a.s)'ın kıssasında da kâfirlerin ne derece zorba olduğu açıklanmaktadır. Nitekim Fir'avun, Hz. Musa (a.s)'ya hitaben: "Yemin ederim ki; eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan ederim.” (Şuara: 26/29) tehdidinde bulunmuştur. Esasen bütün tâgûtî iktidarlarda, Fir'avun kompleksini tesbit etmek mümkündür. Tarih boyunca, birçok peygamber ve muttaki mü'min, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'ya ibadet edebilmek için hicret etmişlerdir. Şimdi bu konu üzerinde kısaca duralım:



1. Hz. İbrahim'in Hicreti: Heykelperest bir kavme, İslâm'ı tebliğ etmeye gayret eden Hz. İbrahim (a.s) birçok işkenceye uğramıştır. Sabırla ve metanetle yürüttüğü nübüvvet görevinin sonucu, hicretle noktalanmıştır. Şimdi hicret etmeden önceki son durumu Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenelim: "... Bundan dolayı kavminin cevabı: `Öldürün onu, yahut yakın onu! demelerinden başka (bir şey) olmadı. Allah da onu (İbrahim'i) ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için herhalde ibretler vardır. De ki: `Siz dünya hayatında birbirinizle (müşriklik hususunda) dost olduğunuz için Allah'ı bırakıp ancak heykellere tutundunuz. (Fakat) bilâhare kıyamet gününde kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin (o vakit) hiçbir yardımcınız da yoktur. Bunun üzerine kendisine Lût iman etti. (İbrahim) dedi ki: `Hakikat ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet sahibi O'dur." (Ankebut: 29/24-26)



Böylece Kur'ân-ı Kerîm; Hz. İbrahim (a.s)'ın dini yaymak gayesiyle, kavminden uzaklaşmaya karar verdiğini bildirmektedir.



2. Ashab-ı Kehfin Hicreti: Kâfir ve zâlim bir yönetime itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashab-ı Kehf nasıl unutulabilir? Allahû Teâla (cc) onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç yiğitler"[295] olarak taltif etmiştir. Kıyamete kadar hayırla anılacaklardır. Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim:



"(Şimdi) Sana onların kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın karşısına dikilip) de: `Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allahû Teâlâ dan) başkasını ilâhlar edindiler. Bunların üzerine bari, açık bir bürhan getirselerdi ya!.. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha kâfir) kimdir?' dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka) bağlamıştık. (Orılar birbirlerine şöyle demişlerdi) Madem ki biz onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret ettik), o halde mağaraya çekilelim ki, Rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de faide hazırlasın." (Kehf: 18/13-16)



Böylece onlar (Ashab-ı Kehf); tâgûtî bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan (hicret eden) Ashab-ı Kehf'in, İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane ederek tâgûtî yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların, Ashab-ı Kehfi hatırlaması kolay değildir.



Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır.



"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: `Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)' Onlar: `Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik' derler. Melekler de: `Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?" (Nisa: 4/97-99)



Mekke'de, müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû'l-İslâm'ın bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."[295] Malûm olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına haiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "hicret ibadetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî’ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret!.. Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (sav)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi!.. İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (sav) Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır."[295] emri gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fûkaha, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a): "Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) `Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir' buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir.



Savaş sözkonusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibadeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir.



Sonuç olarak: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün "Mutlak Hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mü