Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler

"(Ey Rasûl!) Sana, kendinden önceki Kitabı tasdik edici/doğrulayıcı ve ona karşı bir şâhid olarak , Hak olan Kitabı (Kur'an'ı) indirdik. O halde sen de onlar (insanlar) arasında Allah'ın indirdiği (Kur'an) ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." (5/Mâide, 48). Allah Teâlâ, Rasûlünü "hevâ"dan sakındırırken "vahy"i, "Kitab"ı, "Hakk"ı, "tasdik"i ve "hükm"ü zikretmesinin derin anlamları vardır. İşte "hevâ"yı tanımak için Yüce Allah'ın mü'mine verdiği Rabbânî nitelikte anahtar kelimeler... Bu kelime ve kavramların karşıtı olarak düşünebileceğimiz her beşerî davranış, bize “hevâ”nın ve “şerr”in anahtar kavramlarını verecektir. Bu yönüyle Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen tüm sistemler veya kurumlar, tüm ilâhî ve Rabbânî emirleri inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beşer ürünü olan ve vahye dayanmayan tüm sistemler ve ölçüler, Kitab’ı esas almadıkları sürece “hevâ”dırlar ve şerrin bizzat kaynağını teşkil ederler.



Şerrin kaynağı olan her sistemde, âlemlerin Rabbi ve O’nun ilâhının şeriatine yer yoktur. Bunu derken, belli ölçü veya oranda Kitap’tan yararlanmalarını değil; onların Kitab’ı tamamen reddetmeleri ve O’nun nizamıyla savaşmalarını kasdediyoruz. Çünkü gerçekte bu iki durumun da iman açısından birbirinden farkı yoktur. Bu sistemlerin hepsi, Allah’a iman esası üzerine değil; “hêvâ”ya iman ve tapınma esası üzerine kurulmuştur. Bu düzenler; mantığını hile, nifak ve yalandan; gücünü zulüm ve sömürüden alır. Kanunlarını da, hevâ, kaba kuvvet ve sömürü üzerine inşâ eder. Artık orada bâtıl hak, hak ise bâtıl hükmünü almıştır.



Tüm bu sistemler ve rejimler bazen doğrudan doğruya Kitab’ı tahrip, inkâr ve aşağılamayı hedef almakla beraber, O’nun getirdiği Rabbânî yöntemin esası olan imanı, vahyi, Kitap’la yönetmeyi kabul etmemektedir. İşte bu da hevâya uymanın tarifi olarak Allah’ın Kitabında karşımıza çıkmaktadır. Bir insan veya topluluk “hevâya uymuştur” denildiğinde, anlamamız gereken husus, Kur’an’ı terkeden insan veya toplumdur. Zira nefsin bazı arzularına uymak (bazen mubah, bazı durumlarda günah olmasına rağmen), çoğu kez şirk ve küfür anlamında olan “hev┠anlamına gelmez.



Allah Teâlâ, Rasûlü’nü “Onların hevâlarına sakın uyma!” (5/Mâide, 48) diye uyarırken, Mekke müşriklerini ve Mekke yönetimini elinde bulunduran Dâru’n-Nedve yönetiminin kural ve kanunlarına işaret etmekteydi. Bu bakımdan şirk düzenlerini tanımak ve tanıtmak, Kur’an’a imanın gereklerindendir. Kur’an’a imanın, “hevâ rejimleri” olan şirk düzenlerinin kanun ve kurallarını reddedip uymamakla çok yakın bir ilgisi vardır. Bugün de birçok insanın anlayamadığı gerçek de burada yatmaktadır. İslâm dışı rejimleri müslümanların düşünce, hareket ve taktiklerine itibar etmedikleri kuşatmaları, ancak müslümanların onların hevâlarına uymaları ile olmuştur. Müslümanlar, demokrasinin bir hevâ rejimi olduğunu kavrayamazlarsa, bu hevâ alanına girenler, şu veya bu şekilde Kur’an’a imanın esaslarını sarsacak ve artık Kur’an’ın kendilerine yönelik tekliflerini ya te’vil edecekler veya derinden derine Kur’ânî olan hidâyet prensiplerinde şüpheye düşeceklerdir.



“Hev┠denilen çağdaş “Dâru’n-Nedve” etrafında kurumlaşan politik örgütlenmeleri, Allah’ın, Rasûlünü sakındırdığı şey olmadığını söyleyenler, Rasûlullah’ı ve dolayısıyla bütün mü’minleri muhâtap alan bu ilâhî emrin yorumunu nasıl yapacaklardır? Kur’an, “ehvâehum” (5/Mâide, 48) derken, hem “hevâ”yı, hem de “onlar” zamirini çoğul olarak zikrediyor. Buradan şunu anlıyoruz: Onların (müşriklerin) her birisinin ayrı ayrı hevâları vardır. Biz hevâyı onların yönetim sistemleri ve bu düzenleri ayakta tutan kurumlaşmalar olarak ele alırken, yine aynı âyetin (5/Mâide, 48) ikinci kısmına dayanarak gündeme getiriyoruz. Çünkü her sistem, bir inanç (iman) ve dünya görüşüdür. Bu nedenle her beşerî rejim, Allah’ın kitabını bilerek veya bilmeyerek inkâr etmektedir. Çünkü temelinde hevâ vardır. İslâm ise, temelde hakka ve adâlete dayanmaktadır. Kuvvet/dayatma ve hileyi esas alan sömürü rejimlerinde adâlet(!), egemen sınıfların veya ideolojilerin, aykırı düşünenlerin hayatlarını ve inançlarını tahakküm altına almasıdır. Buna da o düzenlerde sosyal sistemin teminat altına alınması denir ki, tüm karşıt davranışlar böylece mahkûm edilir.



İşte buradan hareketle tüm beşerî dinler, yeryüzünde ulûhiyet iddiasındadır. Eğer bunun böyle olmadığı inancında olan varsa, bu sistemlerin kanunlarına, insanları yargılama ve cezalandırma yöntemlerine ve bunun temelindeki mantığa baksınlar, o zaman bunun böyle olduğunu anlayacaklar ve beşerî sistemlerin geçirdiği değişim ve aşamaların olmadığını, insan fıtratıyla ve öldükten sonraki hayatla hiçbir bağlantısının olmadığını göreceklerdir. Dünya hayatını maddede başlayan ve onda biten bir hayat gibi gören sistemler/düzenler, özünde hevâ ideolojisini barındırır.



Kanunlarını yaparken insanların Rabbinin Kitabına dayanmayan tüm sistemler, birer hevâ putudur. İnsanların tepesinde Rablik iddiasında bulunan insanların hepsi de, nefislerini ve hevâlarını ilâh edinmişlerdir. Allah (c.c.); “Biz sizlerden her biriniz için, bir şeriat ve yol koyduk...” (5/Mâide, 48) derken, her insanın dünya görüşünü, bir şeriat (kanun) ve yol olarak tarif ediyor. Bu âyetin devamında Allah Teâlâ, yine aynı konuya değiniyor: “Onlar arasında Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmet, onların hevâlarına uyma! Seni Allah’ın sana indirdiklerinin bazısından fitneye kaptırarak saptırmalarından sakın!” (5/Mâide, 49). Zira ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın zâtına mahsustur. Kullar arasında hüküm verme ise, ancak O’nun emrettiği şekilde olmak zorundadır.



Kur’an’da Allah Teâlâ, insanın nefsini ilâh edinmesinden söz eder (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Nefsini ilâh edinmenin aslı nefsini teşrî mercii (kanun koyucu) kabul etmektir. Burada, karşımıza aslında kendi nefsine “ibâdet” eden bir insan çıkmakta. Kitaba/vahye dayanmayan her sistem, gerçekte kendi kendisini ilâh edinmiştir. Zemahşerî, Keşşaf Tefsiri'nde bu âyeti açıklarken şöyle der: "Dininde yaptığı veya terk ettiği her şeyden hevâya boyun eğen, ne bir delile ve ne de bir burhana kulak asmayan kişi, hevâsının kulu olan ve onu ilâh edinendir." (16)  Kurtubî de bu âyetin tefsirinde İbn Abbas (r.a.)'ın şu sözünü nakleder: " Hevâ Allah'tan gayrı kendisine ibâdet edilen bir ilâhtır." Yine Hasan el-Basrî (r.a.) der ki: "Hevâ, nefsi neyi çekerse ona uymak, onun peşinden gitmektir." (17)  Kurtubî, "hevâsına uyan" (17/İsrâ, 28) lafzını açıklarken hevâyı şirk olarak adlandırmaktadır. (18)       



Neyin "hevâ" ve neyin "hüdâ" olduğunu anlamadan, tâğûtî rejimlerin hile ve mâhiyetleri anlaşılamaz. Dolayısıyla şu gerçekle göz göze gelmekteyiz: Kur'an her kelimesiyle bize birçok imanî meseleyi açıklayıp tefsir etmektedir. Biz, Kur'an'ın iman atlasını, ancak kavramlarını tanımakla anlayabiliriz. Kur'an'da "hakk", "bâtıl", "tâğut", "i'tisâm" (Allah'ın ipine/Kitabına sarılma), "beraat", "velâyet" kavramlarının imanî boyutlarını ve sahalarını tanımadan, hangi imandan söz edebiliriz? İman, gerçek anlamıyla neyin hak ve neyin bâtıl olduğu bilindiği zaman iman olur. Müslümanlar, Kur'an'ı tanımadan ve O'nu pratik yaşayışlarında örnek almadan, beşerin hevâsının icadı olan yollarda kurtuluşu aramanın imanî bir yanlışlık olduğunu nasıl anlayabilirler?



Kur'an'ın iman ve amel olarak, müslümanların hayatında İslâm'a dâvetten uzak kalması felâketlerin başlangıcıdır. Zira artık dinde insanlar hevâlarına uymaya başlamışlardır. Çünkü İslâm şeriatı, mü'minlerin karşısına çıkan hiçbir meselede Kur'an ve sünnet dışında bir müracaat kaynağından söz etmemiştir. Haramların hâkim olduğu alanlara mü'minler "maslahat" bahanesiyle giremezler. Zira Kur'an'da şirk olarak tanımlanan şeyler, maslahat adına meşrûlaştırılamaz. Allah'a inandığını söyleyen insanlar böyle bir yola saptıklarında, onlar hem dünyada hem de âhirette acı bir neticeyle karşılaşacaklardır.



Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Eğer hakk, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71). Ez-Zemahşerî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Kur'an, bununla hakkın azametine delil getirdi, zira gökler ve yer, her ikisinde bulunan şeyler ancak "hak" ile vardır. Eğer hak, onların hevâsına uysaydı "bâtıl"a inkılâp ederdi ve kâinatı ayakta tutan kuvvetinden sonra fenaya uğrardı. Yahut Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirmiş olduğu hak, ki o İslâm'dır, onların hevâsına uysaydı "şirk"e inkılâp ederdi." (19)



Hak olan Kur'an'ın hükümlerinin insanların hevâsına uyması mümkün değildir. Kur'an'ın, insanların hevâlarına uymasına karşı çıkan kimselerin, bizzat kendileri, nasıl olur da Kur'an'ı reddedenlerin hevâlarına uyabilirler? Bunun İslâm'a göre açıklanabilecek hiçbir yönü yoktur. Çünkü iktidar olan "hevâ" ile bir araya gelindiğinde ancak hevânın istediği olacaktır. Bunun içindir ki Kur'an'da hiçbir nebînin şirk rejimleriyle ortaklaşa yönetimi üstlendiği gösterilemez. Zaten hak hâkim olsaydı, hevânın iktidar olması düşünülemezdi. Zemahşerî "Rabbinden apaçık bir delil üzere olan, kendisine amelinin kötüsü süslü gösterilip hevâlarına uyanlar gibi olur mu? (47/Muhammed, 14) âyetindeki "hevâ" kelimesini "şirk" olarak tefsir etmektedir. (20)  



Öyleyse şirk rejimlerinin tamamı, kurum, kural ve kanunlarıyla "hevâ"dan başka bir şey değildir. Günümüz müslümanlarının, propagandacı bir tavırla yürüttükleri çalışmalardan bazıları; tâğutun rejimlerini işletmede, yalnız Firavun'un izniyle onun rejim ve yönetme oyununa katılmak ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Hevâ rejimleri ve tâğutlar, kendi hevâlarına uyanlardan asla sakınmazlar ve bunu kendileri için bir tehlike olarak da görmezler. Çünkü hevâ iktidarlarının elinde, yeteri kadar ihtiyaç duydukları güç ve hile vardır. Demokrasilerde hevâya uygun çare(!) tükenmez.



Burada, politik sahada kazanılan veya kaybedilen şeylerin hesaplanmasıyla Kur'an'ın uyulması gereken emirleri arasında hiçbir ilgi yoktur. Politik savaş veya bazılarının söylemlerine göre "demokratik cihad(!)" Allah ve Rasûlünün veya mü'minlerin velâyetinin pratik hayattan çıkarılması anlamına mı gelmektedir? Buna politik veya demokratik "takiyye" diyebilenler olabilir. Ancak bu, gerçekten insanları yavaş yavaş Kur'an'ı tanımaktan ve onu rehber edinmekten çok; bilerek veya bilmeyerek, ama düzenli bir şekilde ondan uzaklaştırmaktır.



Allah Kur'an'da: "(Onlar) yalanladılar ve hevâlarına uydular..." (54/Kamer, 3) âyetinde "hevâ"nın, temelde Kur'an'ı yalanlama olduğunu vurgulamıştır. Kur'an, Rasûlullah (s.a.s.)'ı onların hevâlarına uymaktan alıkoyarken, aynı zamanda da tüm müslümanlara, uymaları gereken ilâhî emri de tebliğ ediyordu. Rasûlullah'a gelen; hak, ilim ve hidâyet idi. Bununla hükmetmekle emrolunuyordu. Hevâ kavramının âyetlerde ilk indiği sıralarda daha "nifak" denen olay gündemde yoktu. Ancak, hevâyı şeytan Medine'ye taşıyacak ve orada da insanları onunla aldatacaktı. Bugün bazıları sergiledikleri pratiklerle sanki şunu söylemek istiyorlar: "Allah Rasûlü, Mekke müşriklerinin hevâlarına uymadı; Ancak, bugünkü şartlar, kendi hevâlarına uyan demokrasi ve laiklik savunucularının kılığına bürünmemizi gerektiriyor." Hevâdan kaynaklanan bu sözlerinin kabul edilecek İslâmî bir yanı yoktur.



Bugün insanlar, tâğutun birçok isteğine, şer'î ruhsatı olmadığı halde, boyun eğmekteler. Bunun demokrasi denen siyasî rejim mensuplarının ve apaçık Allah'a şirk koşan insanların hevâsına uymak olduğu söylenebilir. Mekke dönemine baktığımız zaman; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in müşrikleri iman etmeye çağırmasına karşılık, müşriklerin de kendi dinlerine dâvet ettiklerini görürüz. Bu karşılıklı dâvet mücâdelesinde; Rasûlullah'ın rehberi Kur'an; müşriklerinki ise, atalarının sapık dini ve hevâlarıydı. Rasûl-i Ekrem'in vaad ettiği dünya ve âhiret saâdeti, cennet ve Allah'ın rızâsı; müşriklerin vaad ettikleri ise; (vahye uymaktan vazgeçmesi şartına bağlı olarak) iktidar, servet, şöhret, kadın vs. gibi hevânın eserleriydi.



Şimdi bu tarihî tablo, bütün berraklığı ile gözlerimizin önünde iken, "onların hevâlarına uyma!" diyerek Allah Rasûlü'nü ikaz eden âyet-i kerimelerin getirdiği mükellefiyeti hâlâ anlayamayacak mıyız? Bilindiği gibi bu mücâdelede kaybeden Mekke şirk devleti olmuştur. Zira onlar, vaadlerine rağmen, Rasûl-i Ekrem'i ne kendilerine lider, ne siyasî rejimlerinin ortağı olmaya ikna edememişlerdir. Eğer Peygamberimiz, müşriklerin bu tekliflerine birazcık da olsa meyletseydi, yukarıda zikredilen âyetlerdeki ilâhî tehditlerin muhâtabı olurdu. Rasûl-i Ekrem'in ümmeti de, müşriklerin hevâlarına uymama noktasında hassâsiyet göstermek mecbûriyetindedir.



İslâm'a kayıtsız ve şartsız teslim olmak yerine, demokrasi havâriliğine soyunan kimseler, kellerinin ne kadar dışarıda olduğunun farkında değiller. Tarihin hiçbir döneminde müslümanlar, düşmanlarınca bu denli kahredilmemişler ve bu kahredilmişliğe rağmen düşmanlarını gâfil sanma ahmaklığına düşmemişlerdir. (Kâfirlerin ve düzenlerinin hevâsına bir iki noktada uymayı geciktirenler veya tereddüde kapılanlar, düdük sesi, postal gürültüsü, tankların görüntüsü veya balans ayarıyla da metotlarını gözden geçirme gereksinimi duymayan hevâî bir gaflet içindeler. Defalarca aynı delikten ısırılmadık yerleri kalmadığı halde oyuna doymuyorlar.) Rasûl-i Ekrem, hem insanları İslâm'a dâvet edip, hem Dâru'n-Nedve'de görev yapamazdı. Çünkü bu nübüvvetin, hevâ ve tuğyan ile olan mücâdelesi açısından mümkün değildir. Esasen Kur'ân-ı Kerim, insanları tuğyana, şirke ve zulme dayanan yönetimlere karşı mücâdele etmeleri için imana dâvet etmiştir. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlarla, Rasûl-i Ekrem'in Dâru'n-Nedve'de el ele olması düşünülebilir mi? 



Hevâya teslim olmanın aslı, Allah Teâlâ’dan gayrısına ibâdet/kulluk etmektir. Bu, kimi zaman ataların dinine bağlanmak, kimi zaman egemen bir beşerî ideolojinin veya tâğutun hükmüne iman etmek, kimi zaman da nefs-i emmâreye uymak şeklinde karşımıza çıkar. İnsanların hevâlarına uymalarının temelinde; vahiyle geleni tahrif etmek veya vahyi tamamen terk edip onun yerine arzulara tâbi olmak vardır. Bu sebeple bütün laik rejimler birer hevâ rejimleridir. Kökeninde, göklerin ve yerlerin Rabbinin olmadığını söyleyen ve Allah’ı hiç önemsemeyen bir felsefe vardır. Yeryüzünde Hz. Âdem’den bu yana devam eden tevhidî hareketin karşısına sürekli olarak “hev┠çıkmıştır. Hevâ; şüphe, şek, câhiliyye veya kişilerle bazı sınıfların ilâhlığı üzerine kurulmuştur. Hevâ, Allah’ın emirlerine başkaldırının ilk çıkış noktasıdır.



Kur’an’da ehl-i kitabın ve müşriklerin hevâlarına uymayı yasaklayan âyetler, Allah ve Rasûlü’nü gerçekten dost edinip edinmemenin ölçüsünü bize vermektedir. “Ey kitap ehli, dininizde Hakkı bırakıp aşırılığa gitmeyin ve daha önce sapıtmış  olan,  birçoklarını  da  dalâlete uğratıp yoldan saptıran bir kavmin hevâsına uymayın.” (5/Mâide, 77) âyetini tefsir ederken Fahreddin Râzî, “Hevâ, herhangi bir hüccete/delile dayanmadan şehvetin/kötü arzuların dâvet ettiği anlayışlardır” diyor (Mefâtuhu’l-Gayb, c. 12, s. 66). Buradan da şunu anlıyoruz. Kur’an’daki hevâ kavramı, tüm şer sistemlerinin beslendiği kaynak olarak karşımıza çıkmakta. Âyet-i kerimede söz konusu edilen “fitne”, şirk koşmak veya şirke ortaklık etmektir. Bunun için, fitne kelimesinin biraz yukarısında, “onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet” denilmektedir. Onlarla beraber olunduğunda Allah’ın emri ile hükmedilmeyecektir. Çünkü müşrikler Allah’ın emriyle hükmetmezler. Dolayısıyla onların yönetimine iştirak eden, hidâyete değil; müşriklerin hevâsına uymak gibi yönetim ortaklığını üstelenmiştir. Konuya sadece bu açıdan baktığımızda bile nübüvvetin tahrif edildiği anlaşılır.



Şimdi aynı âyetteki şu üç kavram üzerinde biraz duralım: “İnsanlar arasında Allah’ınindirdiği ile hükmet”, “Onların hevâlarına uyma”, “Allah’ın sana indirdiği emirlerin bazısında seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın.” (5/Mâide, 49). Bu kavramlardan her biri, başlı başına bir itikaddır. Birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. İnsanlar  arasında güç ve otorite sahibi olduktan sonra Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek, hevânın vardığı son sınırdır. Bu sınırın imanla hiçbir bağı yoktur. Fitnenin de tek sebebi, insanın kendisinin veya başkalarının hevâsına uymasıdır. Kur’an’da , “hevâya uymak” dalâlet olarak adlandırılır. Bu da hak ile amel edip hüküm vermek varken, bâtıl ile hükmetmeye denir. Allah Teâlâ, kitabında, müşriklerin hevâlarına uymamamız gerektiğini defalarca tekrarlamıştır. Bunda iman ve akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır.



“Zulmedenler -Allah’tan- yanlarında bir ilim olmadan hevâlarına uymuşlardır. Allah’ın sapıttıklarını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” (30/Rûm, 29). Bu âyet-i kerimede gördüğümüz gibi hevâ; zulüm, cehâlet ve dalâleti beraberinde gündeme getirmektedir. Daha doğrusu, bu sayılan sıfatlar kişinin hevâsına uymasına yol açmaktadır.



“Ayetlerimizi yalanlayan ve âhirete iman etmeyip Rablerinden yüz çevirenlerin hevâsına uyma.” (6/En’âm, 148). Bu âyet-i kerimede bize Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ve âhirete iman etmeyenlerin, Kur’an’la gelen emirleri uygulamayanlar olduğu söylenmektedir. Öyleyse “hev┠kavramı, karşımıza bazı yeni şeyler daha çıkarmaktadır. Onlar da; âyetlerin yalanlanması, âhirete iman etmeme ve Allah’tan yüz çevirme. Bu yüzden hevâlarına uyanlara uymamak, imanî bir vecîbedir.



“Sonra seni bu dinden bir şeriat üzerine kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına uyma.” (45/Câsiye, 18). Biliyoruz ki, bu âyet Mekke’de nâzil olduğunda daha Kur’ân-ı Kerim tamamlanmamıştı. Burada Rasûlullah’a; uyması gereken şeriat, tevhide dâvet, inzâr ve tebliğ idi. Bunun yanında güzel ahlâk, mazlumlara yardım, sıla-i rahim, namaz ve tasadduk gibi ibâdetler başlıca esaslardı. Ancak, tevhid tüm berraklığı ve aydınlığı ile gelmiş; hak, bâtıldan ayrılmıştı. Artık imanla şirkin ne olduğunu iman edenler anlamışlardı.



Kur’an’ın tamamı ellerinde olan insanların, müşriklerin hevâlarına uymalarının Mekkî âyetler karşısında hiçbir mâzeretleri kalmamıştır. Korkaklık ve rejimlere yağcılığı siyaset edinenler, kendilerinin mümkün mertebe en az gündemde bulunmasını isteyenlerdir. Zira ihlâslı müslüman görünmeyi, “hev┠rejimi ve onun kurumları reddetmektedir. Onun için; “oyunun kuralı” kelime-i câhiliyyesini, hevâlarının bir yorumu olarak insanlara sunmaktadırlar. Bu şeytanî ifade, müşriklerin de politika arenasında sûret-i haktan müslüman olduklarını söylemelerine fırsat tanımaktadır. Bu vesileyle politik nifakta onların sizin demokratikliğinizi onayladıkları gibi; siz de o müşriklerin müslümanlığını onaylar gibi görünür veya susarsınız. Bu tablo, kurallarına göre oyun oynamanın hikâyesidir. Müşriklerin hevâlarına bundan daha açık bir uyma örneği olamaz.



Aslında bu, iman cephesi adına Kur’an’ın onaylamadığı çok korkunç ve gizli bir uzlaşma alâmetidir. Eğer öyle değilse, Allah Rasûlü ve ashâbının Mekke dönemi tâvizsiz cihad ve imanlarını neyle izah edebiliriz? Bu politik oyuncular, imanın Kur’anî ve sünnete uygun mücâdelesini verenlere engel olmasınlar. Aksi halde, nassları te’vil veya tahrifte, nassa dosdoğru bağlanmaya çalışanları karşılarına almış olurlar. İnsan, kendi hevâsına uymadan, başkalarının hevâsına uymaz. Allah Teâlâ, Kitabında; “Sakın seni ondan (Allah’ın şeriatından) ona iman etmeyen ve hevâsına uyup cehenneme düşenler uzaklaştırmasın” (2/Tâhâ, 11) buyurur. Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: “Eğer onlar senin dâvetini kabul etmezlerse bil ki (onlar) ancak hevâlarına uyuyorlar. Allah’tan (yanında) bir hidâyet olmadan hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir? Allah zâlim kavimleri hidâyete erdirmez.” (28/Kasas, 50). Kur’an’daki bu tehdit içerikli âyetleri kendimize uygulamayı ihmal edip sadece bizden başkalarına inmiş gibi bakamayız. Eğer biz sadece kendimizi hidâyette, başkalarını da sadece dalâlette görüyorsak, bu bir nevi mâsumiyet iddiasında bulunmak demektir.



Peki, hevâyı nasıl anlayabiliriz? Hevâ; bir itikad, ahlâk, dünya görüşü ve sosyal bir olaydır. İnsanların hiçbir davranışını “hüdâ”dan veya “hevâ”dan soyutlamak mümkün değildir. Hüdânın alâmetleri, kişinin Kur’an ve Sünnete bağlılığıyla belli olur.



Mekke’li müşrikler, müslümanların ölmüş hayvan etinden yememelerini şöyle kınamışlardı: “Size ne oluyor ki, kendi ellerinizle öldürdüklerinizi (kestiklerinizi) yiyorsunuz da, Allah’ın öldürdüğünden yemiyorsunuz?” Bunun üzerine Allah Teâlâ, şüpheye düşen müslümanları şöyle uyardı: “Size ne oluyor ki, üzerine Allah’ın adı zikredilerek kesilenden yemiyorsunuz? Allah, zarûret halinde çaresiz (kalıp da) yemek zorunda kaldığınız şeyler dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu insanların çoğu, ilimleri olmadan (cehâletle) hevâlarına uyarak saptırırlar. Şüphesiz ki Rabbin, hadlerini aşanları çok iyi bilir.” (6/En’âm, 119) Bu âyette Allah Teâlâ, kendi emirlerine karşı ideoloji ve düşünce üretenleri, “mu’tedî” (haddi/sınırı aşan)lar olarak nitelendirmektedir. Vahye karşı ideolojiyle karşı çıkanlar, cehâletle (ilimleri olmadan) hevâları aracılığıyla aldanmaktadır.



Bugün demokrasi, hümanizm, liberalizm veya laisizme uyanların İslâm’ı müslümanların gözünde değersiz ve geçersiz kılmak için Mekke müşriklerinin ideolojik tavırlarına benzer davranışlar sergilemekteler. Birçok mürted ve müşrik, İslâm’ın hayat nizamı olmasını yasaklayarak insanlara sanki; “bu ortaçağ düşüncesi olan irticâya karşı uyanık olun” diyerek, bu uğurda akıl almaz çabalar sarfetmekteler. Müşriklerin, müslümanlar üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerinden yemelerini isterlerken, belli bir itikadı yaymak ve bir gayeye ulaşmak istiyorlardı. Allah da en basit bir hayvanın kesim işinde bile şirki ve Allah’tan gâfil olmayı kabul etmedi: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilmiş olan hayvanın etinden yemeyin; Çünkü o fısktır/günahtır. Şeytanlar dostlarına sizinle mücâdele edip tartışmaları için telkin ederler. Eğer onlara itaat ederseniz (üzerine Allah’ın adı anılmayan etten yerseniz) şüphesiz siz de onlardan (müşriklerden) olursunuz.” (6/En’âm, 121)



Günümüzde İslâm topraklarında egemenlik kuran güçlerin çoğu bu konumdadır. Müslümanların bu güçleri tanıyıp onlara karşı mücâdele etmeleri şarttır. Zira onlara itaatte şirke giden yollar vardır. Bugün İslâm topraklarında müslüman olduğunu söyleyenlerin birçoğu, mürted ve müşriklerin çağrısına kapılarak İslâm’ı, Kur’an yolunu bırakarak onların hevâsına uymuş, bunu kendilerine mücâdele yöntemi, dünya görüşü ve hayat düzeni olarak kabulle acı bir duruma düşmüşlerdir. Müşriklerin hevâsına uymak, müşrikleri velî edinmek ve dünya hayatına onların hâkim olması için yardımda bulunmak, zulmün en büyüğüdür. Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem’e: “Bunun için dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâlarına uyma” (42/Şûrâ, 45) buyurmuştur. Bunun için hevâ, şirkin ve küfrün özünü teşkil eder. Şimdi Allah hevâyı bize böyle tanıtırken; iktidar olmuş hevâya millî bir kurum olarak sahip çıkanlara ne denilecektir?             



Hevânın en tehlikelisi de “ulem┠(hoca, ilâhiyatçı, din adamı) kisvesinde olan insanlarda olmasıdır. Çünkü hevâ sahibi, sürekli Kur’an ve Sünnet nasslarının karşıtı, nefsinin hoşuna giden ideolojiyi üretir. Nassları zorla te’vil etmeye çalışanlar ve müteşâbih âyetleri, muhkem gibi yorumlayanlar, artık nasslara karşı aslında yavaş yavaş güven ve inançlarını yitirmektedirler. Allah Teâlâ, Kur’an’da hevâ âlimlerine en güzel örneği İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura ile vermiştir. Bel’am ve benzerleri, o günden bu güne bâtılı hakka tercih edenlerin önderleri olmuştur. İşte Kur’an’da “hevâsını ilâh edinen” âyetinin en bâriz örneği Bel’am bin Baura gibi insanlardır. Allah’tan gelen hidâyete uyan insanlar peygamberleri kendilerine önder edinmiş olan kişilerdir. Kendilerine hidâyet, güneşin aydınlığı gibi geldikten sonra dalâleti seçenler ise; Firavunları, Karun ve Bel’am’ları önder edinmiş kişilerdir. Bel’am kıssası, A’râf sûresi, 175-176. âyetlerde anlatılır.



Kur’an’daki Bel’am kıssasına dikkat edilince, Bel’am ile Sâmirî kıssası arasında büyük bir benzerlik olduğu görülecektir. Bel’am, Sâmirî ve Karun’un Firavun’la ortak özellikleri ise; hepsinin hevâya uymalarıdır. Demek ki hevâ, bu durumda, imanı inkâra götüren en saptırıcı bir yoldur. Zaten dalâlet yollarının hepsine birden hevâ denmesi, hüdâ yolundan çıkarmasından dolayıdır. Bu durumda, hevâ kavramının Allah’tan gelen ilâhî vahiy gerçeğiyle nasıl savaştığı daha iyi anlaşılır. İsrâiloğullarının Tevrat’ı, Hıristiyanların İncil’i tahrif ve tebdil edişlerinin ardında onların kendilerini saptıran âlim ve ruhbanlarının hevâsına uymaları vardır. Öyleyse hüdâ, iman; hevâ ise, dalâlettir.



Hevânın esâretine giren topluluklar, sonunda helâk olmaya mahkûmdurlar. Çünkü bir toplulukta hüdânın yerine hevâ, hakkın yerine bâtıl hâkim olursa, orada hayat fesada uğramış ve Allah’tan gayrı ilâhlara ibâdet edilmeye başlanmıştır. Hüdânın, hevâya üstün gelebilmesi için, iman ve hüdâ ümmetinin Kitaba bütün gücüyle sarılması ve O’nun uğrunda kuvvetli bir kıyamı başlatması gerekir. Öyle bir kıyam ki, yeryüzünde hâkimiyeti yeniden Allah’a iman edenlerin eline vermeli ve hüdânın (İslâm’ın) rahmet ve şefkat medeniyetini yeniden aklıllarda, ruhlarda ve kalplerde kurmalı. Bu da insanların akıllarını, kalplerini, düşünce ve duygularını baskı altına almış olan hevâ, bid’at ve câhiliyye ilâhlarına karşı bir “iman savaşı” başlatmak ve bunun için gerekli olan hazırlığı tamamlamakla olacaktır.



Câhiliyyenin tamamı hevâdır. Bu hevâları sebebiyle insanlar, İbrâhim (a.s.)’in hanif/Allah’ı birleyen dinini terkedip putlara tapmaya başladılar. Hevâ bugün dünya toplumlarının büyük bir kısmının dini haline gelmiştir. İnsanların çoğunun akıllarına hevâları hâkim olmuş durumda. Çağdaş uygarlık ve yeni dünya düzeni, globalleşme dedikleri şey, batının dünyayı sömürüp tahakkümü altına almak için insanlığın zihnine yerleştirmek istediği çağın en tehlikeli hevâsıdır. Hevâ, bir din haline gelmiş ve kendine has bir inanç, ahlâk, ekonomi, siyaset, eğitim-öğretim düzeni oluşmuştur. Eski câhiliyye müşriklerinden çok daha düzenli ve güçlü propaganda araçlarıyla yerkürenin dört bir yanına bu dinin ahlâk ve sistemi yayılmaktadır.



İnsanların çoğu, hevâ dinine mensuptur. Ve halkın çoğunluğuna uymak, hevâ dinine girmektir. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmazlar ve ancak yalan söylerler.” (6/En’âm, 116) Hevânın İslâm’dan daha yoğun bir karakter arzetmesi, hevâî insanların hüdâya bağlı müslümanlardan sayıca daha çok olmasına gelince, bu, insanların nefislerinde, sevdikleri ve hoşlandıkları şeylere karşı direnç yönüyle çok zayıf ve istekli olmaları, bunda aceleci olmaları ve dünyanın imtihan vesilesi olmasındandır. Ancak, Allah’a kulluğun hakikati olan İslâm’da, insanın istekleri, arzuları, zevkleri ve davranışları belli fıtrî ve insanî disiplin içindedir. Dünyadaki nimetleri hazır bulmanın kendisine bir öncelik ve haklılık verdiğini zanneden insan, ilâhî disiplinlerin kurallarını ağır bulup nefsinin ve de şeytanının arzuları karşısında ilâhî emri hiç kabul etmeyebiliyor. (21) 



Müslümanım diyen nice insan, direkt veya dolaylı olarak hevâyı ilâh edinmekte. Ya ahlâkî konularda keyfinin gereğini haram helâl deemeden yerine getirerek, ya toplumun hevâsına uyarak veya tâğutların hevâlarından ortaya çıkmış düzenlerini benimseyip gönülden itaat etmekle hevâîliklerini gösteriyorlar. Nice insan da yahûdi ve nasrânîlere, siyonist ve materyalistlere dost olanların hevâlarına uyarak, Allah’ın hüdâsına teslim olma gayreti içinde olan şuurlu müslümanları azınlık haline getiriyorlar.



Hevâlarına kulluk yapanların ellerine ne geçiyor dersiniz? Âhireti ne karşılığında satıyorlar? Dünyada kazandıkları neler? Ya kaybettikleri? Kendi hevâlarına veya itaat ve taklit ettiklerinin hevâlarına uyanlar, kendi hevâlarını doyurup tatmin edebiliyorlar, netice de gerçekten zevk alıp dünya huzuruna erebiliyorlar mı dersiniz? Peki, kendilerine kulluk yaptıkları müstekbirleri memnun edip ciddi bir menfaat elde edebiliyorlar mı? "Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (2/Bakara, 120)



 Hevâlarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında fesadın yaygınlaşmaması mümkün değildir. Kişilerin hevâları çatışır ve bunun sonucu olarak “fitne” kabarır, “fesat” artar; yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir.