Dinde Kolaylık Esastır:

Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki:



“…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (2/Bakara, 185)



İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır.



“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (4/Nisâ, 28).



İslâm, fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor:



“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” (Buhârî, İman 29)



İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.) -hâşâ-  kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır (54/Kamer, 17, 22, 32, 40). Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın (19/Meryem, 97; ayrıca bkz. 44/Duhân, 58).



Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama yoktur (73/Müzzemmil, 20). Peygamberimize hitâben söylenmiş şu gerçek, Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir:



“Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).” (20/Tâhâ, 1-3).



Allah (c.c.), Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder (92/Leyl, 7-10). Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye ederken (2/Bakara, 280), Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber vermektedir (84/İnşikak, 7-13). Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini müjdeliyor (65/Talak, 4). Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî bağışı da muttakîlere vermektedir.



Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar, bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem vururlar ve onun  hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.



Burada, kendilerine hidâyet verilen ile sapıtanların psikolojisini hatırlamak faydalı olacaktır: “Allah, kime hidâyet vermek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, -sanki göğe yükseliyormuş gibi- dar ve sıkıntılı kılar…” (6/En’âm, 125).   Mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilerle, güzelliğe sırtını dönen kimselere, zorluklar, sıkıntılar, darlıklar ve azap kolaylaştırılır. Çünkü bu kimseler bunu hak etmişlerdir (92/Leyl, 8-10). Allah (c.c.) her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunu haber veriyor (İnşirâh, 5-6; 65/Talak, 7). Zorluktan sonra kolaylığın olması, gerekli tedbirleri almakla, duâ ve ibâdetle Allah’a rağbet etmek,  O’na yaklaşmakla mümkündür.



Şurası kesindir ki, İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve  çağa uymadığını  zannedenler; kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putları elleriyle icat edenler, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. Allah (c.c.) ve O’nun son peygamberi, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. Din’in bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan şeyleri kazandırmak, zararlı olan şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.



Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la  (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Dinin kesin hükümlerini sağa sola çekmek, onları yerli yersiz tartışmalara konu etmek insanı İslâm’ın sınırlarının dışına çıkarabilir. Ancak, hakkında hüküm olmayan, yani mubah alan dediğimiz konularda en kolayı ve Dine uygun olanı tercih etmek Peygamberimizin tavrıdır. Müslümanlar da aynı şekilde hareket ederler. Hz. Âişe şöyle diyor:  “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki tercih karşısında kaldığı zaman, mutlaka kolay olanı seçmiştir.” (Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78)



Nitekim bazı ibâdetlerde yerine göre kolaylıklar gösterilmiştir. Bunun sebebi ibâdetlerin her şart ve ortamda yerine getirilmesi, müslümanın kolaylıkla kulluğunu yapabilmesidir. Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin oruçlarını Ramazan’dan sonra kazâ etmeleri, ayakta namaz kılamayanların namazlarını oturarak kılmaları, su olmadığı veya suyu kullanma imkânı kalmadığı zaman teyemmüm edilmesi, yolculukta namazın kısatılması; bilinen kolaylıklardandır.



İslâm’da ruhbanlık olmadığı gibi, gevşeklik de yoktur. ‘Ne yaparsam yapayım, Allah beni affeder’ mantığı sakat bir mantıktır. Allah (c.c.) dilerse bütün günahları affeder, doğrudur. Ancak hiç kimse tevbe edebilme ve tevbesinin kabul edilme garantisi veremez. Kul için Allah (c.c.) rızâsından daha büyük kazanç var mıdır? Bize her türlü nimeti karşılıksız veren Rabbimiz, şükredilmeye lâyık değil midir? Allah’ın katındaki yüce makamları hak etmek zararlı mıdır? Allah’ın azâbına lâyık olmaktan daha korkunç bir kayıp var mıdır?



Dinimiz her şeyde olduğu gibi ibâdette de dengeyi emrediyor. Ne gevşeklik ne de ruhbanlar gibi dünyadan el etek çekme anlayışı; her iki tutum da İslâmî değildir.  Her konuda en büyük örnek Peygamberimizdir. Allah’a en güzel kulluğu O yapmıştı. O’nun ibâdet hayatı da ölçülüydü, aşırı ve insan gücünün üzerinde değildi. Ne kadar gayret ederse etsin, hiç kimse Peygamberden daha takvâ sahibi olamaz. O, ibâdetini insan olmanın sınırları içerisinde yapardı, emredilenlerin dışında nâfile ibâdet de ederdi. Ümmetine de az da olsa, devamlı ibâdet etmeyi tavsiye ederdi. Öyleyse, İslâm’ı her açıdan zorlaştırarak, yaşanamaz, uygulanamaz bir hale getirmek, hayatın acı ve zor gerçekleriyle karşı karşıya bırakmak doğru değildir. Anlatılan ve gösterilen İslâm, ‘yok, biz bunu yaşayamayız, çok zor, tahammül edilmez bir şey’ dedirtiyorsa, anlatanların ve İslâm’ı öyle sunanların vebâli vardır. Dinde olmadığı halde, dinin emri gibi lanse edilen bir sürü formalite ve zorlama şeyler,  gerçekten insanları şüpheye düşürebilir, Âllah’a ibâdetten uzaklaştırabilir.



Evet, Din kolaydır; her devirde, her ülkede ve her iklimde yaşanabilir. Çünkü fıtrat dinidir. Kimileri İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve müslümanları kendi sahte tanrılarına tâbi kılmak için, İslâm’ın çok zor olduğu propagandasını yapsalar da, bu böyledir. Ancak, Allah’ın Dini Kur’an’da ve Peygamberin Sünnetinde tebliğ edildiği gibidir. Hiçbir kişinin, rejimin ve ülkenin kalıbına göre şekil almaz. İnsanların uydurduğu ideolojilere göre şekillenmez. İnsanlar, gönülden, ihlâsla Hak Din’e bağlandıkları ve samimi bir şekilde yaşadıkları zaman, ne kadar kolay olduğunu bizzat görürler. Dünya hayatında bile güzellikleri, mutlulukları ve Cenneti tadarlar. Buyursun; insanlar bunu bir denesinler, kesinlikle kayıpları olmayacaktır.[295]



Kolaylık ve zorluk Allah’ın elindedir. Bir işi insana kolay ve zor kılan O’dur. Zorluk insanlar için sözkonusudur. Allah için hiçbir iş zor değildir, O’na zor gelen hiçbir şey yoktur. Allah, yerde ve gökte ne varsa hepsini ve her şeyi bilir. Eşya ve olayların bilgisine sahip olmak, Allah için çok kolaydır (22/Hacc, 70). Allah, mahlûkunu ilk baştan yarattığı gibi, ölümden sonra bunu tekrarlamakta, ölüden diri çıkartmakta, yeniden hayat vermektedir ve insanları tekrar diriltecektir; şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır (29/Ankebût, 19).



“O gün yer yarılır, onlar çabucak çıkarlar. Bu, Bize göre kolay olan bir haşirdir.” (50/Kaf, 44)



İnsanlar için esas zorluk, âhiret zorluğudur. Dünyadaki zorluklar, âhirete göre hem çok az ve hafif ve hem de geçicidir. Kıyâmetle başlayan öteki hayat, kâfirler için pek çetin ve zor gündür (25/Furkan, 26). O sûra üfürüldüğü gün ve sonrası zorlu gündür; kâfirler için (hiç de) kolay değildir (74/Müddessir, 8-10). Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecektir, ama dünyada kötü ameller yapıp da kitabını solundan veya arkasından alanlar için iş, hiç de kolay olmayacaktır (84/İnşikak, 6-13).



Kolaylık-zorluk kavramı, psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen en basit ve çok kolay görülen bir şey bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisi için kolay gelir. Bunlar, her şeyden önce kalpleri elinde bulunduran Allah’a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rastgele olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından konulmuş ölçüsü vardır: Kim takvâ sahibi olur, Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde kolaylıklar verir (65/Talâk, 4). İnsanlara emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah,  en kolaya yöneltip onda başarılı kılacaktır (87/A'lâ, 6-9). Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir (92/Leyl, 5-7). Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir  (92/Leyl, 8-10).



Dünya, âhiretten farklıdır, dünyada hiç zorluk olmayacak olsaydı, cennetin kıymeti azalalır, dünyanın imtihan olduğu hikmeti ortadan kalkardı. Dünya, dünyevî zafer, insanlar arasında evrilip çevrildiği gibi, bir insan için de kolaylık ve zorluk da gelip geçicidir. Zahmetsiz rahmet olmaz. Ama, her rahmet, bedeli olan o zahmeti de güzelleştirir, zorlukları kolaylaştırır. Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Sonra tekrar zorluklar çıkacaktır. Ama bu zorluktan sonra da yine bir kolaylık vardır (94/İnşirâh, 5-6). Allah, her zorluktan hemen sonra bir kolaylık getirecektir (65/Talâk, 7). Hz. Mûsâ gibi Rabbimizden işimizi kolaylaştırması için duâ etmeliyiz:  “Rabbim, işimi bana kolaylaştır.” (20/Tâhâ, 25-28). Çünkü Sen, bir şeyi  kolaylaştırmazsan,  o  iş aslında kolay da olsa bize zor gelir. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.



“Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.” (2/Bakara, 286)               



Allah ve O’nun seçtiği ve mü’minler için örnek gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz. Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insana yüklememiştir. İslâmiyet, insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı işkenceye çeviren emir ve disiplinler içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi bünyesinin dışında sayar. Nefsi öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve insanlardan kaçıp dağlarda münzevî olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu terk gibi tavırlar Rasûlullah (s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan edilmiştir. Zorluk ve işkence bir yana; “din kolaylıktır.” (Buhârî, İman 29), “Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, III/479). “Esası, peygamberlik ve rahmet olan dini” (Dârimî, Eşribe 8) insan için azap haline getirmek dine en büyük ihânet olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcı’ya huzur dolu bir yaklaşma oldukları sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki, “Dinde zorlama ve baskı yoktur” (2/Bakara, 256). Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, insanın içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah katında değer ifâde etmemektedir.                        



İslâm, insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi, insanın kendi kendini baskı altına alıp ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm sûresinin ilk âyetinin meâli  şöyledir: “Ey Peygamber! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri neden kendine haram ediyorsun?” (66/Tahrîm, 1) Bir başka âyette ise şöyle deniyor:



“De ki: ‘Allah’ın kulları için ortaya serdiği süs ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram etmiştir? De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir.” (7’Arâf, 32).



Bu İlâhî beyanlara dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün zevkler, en ideal anlamda, vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur. Allah, bu konuda kulları adına, kullarından daha cömert davranmıştır. Haram alanına çıkıp orada zevkler arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı bozuk, sapmış ve yaradılış âhengi bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata zıt, yaşanması imkânsız denecek kadar zor bir kurum olarak görüp ondan kaçmalarına sebep olmak, din adına bir cinâyettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla çatışmaz.



Bazı nâfile ibâdetleri yerine getirme, azîmeti tercih etme konuları, bütün toplumu bağlamaz, onlara emredilmez. Bu çeşit takvâ ile ilgili gayretler, seçkin benliklere hitâb edilen istisnâlardır. Kolay olanı tercih, İslâm’ın genel tavrı ve insana tanıdığı bir haktır. Fert, bu hakkını kullanmayabilir. Problem, bu hakkın inkâr edilmesidir. Varlığı kabul ve ilan edilen hakkın, sahibi tarafından kullanılmamasına gelince, bu bir fedâkârlık olarak övülebilir, bir ahlâkî fazîlet olabilir. Böyle bir tutum, fâiline maddî ve mânevî değerler de kazandırır. Fakat unutmayalım ki, bunu başarabilecek ruhlar çok azdır. İslâm ise, bütün insanlığa, büyük kitlelere ışık tutar. O, daima geneli, kamuyu, büyük yığınları dikkate alarak kurallar koyar; ancak  bu kurallara mûnis yaklaşımlarla ve seçkin benliklere hitap edecek istisnâlar getirir. İslâm’ın bu istisnâî yanlarını kurallaştırarak onu, hayatı zora süren bir kurum haline getirenler, İslâm’ın karakteristik yapısını, genel tavrını bozmaktadır. Bir hak ve yetki, önce teslim edilir, sonra bu haktan ferâgat için sahibine dâvet edilebilir. O, bu dâvete icâbet eder veya etmez. Hak sahibini hakkından vazgeçmeye zorlamak ayrı bir şeydir. Bunun adı zulümdür.



İbâdetlerin miktarı Allah tarafından belirlenmiş ve Elçisi tarafından da pratiğe aktarılmıştır. Bu açıdan, herhangi bir ziyâdeleştirme ya da noksanlaştırma kesin bir şekilde yasaklanmış ve bu yöndeki her davranış haddi aşma/bid'at olarak isimlendirilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî, ibâdetlerin miktarını, ilâçların karışımına benzetmiş ve sağlıklı bir netice alınabilmesi için bu ölçüye dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmiştir (Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-Dalâl, s. 111). İbn Teymiyye de, amelinin daha makbul olması için ameldeki meşakkati artıranlar hakkında şöyle der: "Bilmek lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı ve sevgisi, faydasız bir şekilde kendi kendine azap çektirmek, canını zorluklara sürmekte değildir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ, 10/192-193). Buna göre, kışın ortasında, sıcak su varken sevâbı çok olsun düşüncesiyle soğuk su ile abdest almak ve aynı anlayışla, yakında câmi varken uzaktaki bir câmiye gitmek, mâkul ve doğru değildir.



İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir; yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her şeyin câiz ve serbest olabileceğini ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir sınırı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız:



"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe sokar." (4/Nisâ, 13-14)



"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur." (65/Talâk, 1)



İnsanın kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da tefrîte düşmesi sûretiyle olur. Allah Rasûlü, ümmetini ibâddetlerle ilgili hayatta da i'tidâl üzere olmaya çağırmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre, Rasûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp îfâsında zorluk çekileceği endişesiyle terâvih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü veya dördüncü geceden sonra ara vermiş, hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve oruç gibi ibâdetler için tanınan ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan gücünü zorlayacak şekilde nâfile namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş ve dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların bunda muvaffak olamayacaklarına dikkatleri çekmiştir.        



İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve mücâhidlerin/savaşçıların dini değil; bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama kültür ve bilgiye sahip yığınların da dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir müslüman, Rasûlullah’a gelerek, Allah’ın kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri sormuştu. Peygamberimiz de; şehâdet kelimesi ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan orucu, her yıl zekât ve ömürde bir kere hac konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam: “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam’ diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de arkasından şöyle demiştir:



“Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.” (Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9)



Dinin tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda emirler ve yasaklar sıralaması halinde değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah sıralaması ve haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi merdiven basamakları vardır. Yine, azîmet ve ruhsat tercihi sözkonusudur. Ruhsatlar, İslâm’ın her şart ve ortamda kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülerden ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları onlara alıştırmak için başvurulan kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın akışı içerisinde çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken, kendilerinden kaynaklanmayan zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler. Bu gibi durumlarda ruhsatlar onların önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bir konuda ruhsat gündeme gelirse, mü’minler azîmetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen azîmet ile, dileyen ruhsat ile amel eder. Rurhsat ve kolaylığı kullanma da, Yaratıcı’nın kuluna verdiğ bir hak olduğuna göre, bu haktan yararlanıp yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest seçimine kalmıştır.                 



Nâfile ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak şartıyla istenildiği kadar yapılabilir. Ama, başkalarına emredilemez, bunlar dinin olmazsa olmazları arasına sokulamaz. Tebliğ ve tavsiyede önceliği alamaz. Tevhidî hususlardan, farzlardan daha önemli gibi gösterilemez. Aksi takdirde din zorlaştırılmış, ölçü kaçırılıp ifrâta gidilmiş olur.