Merhametli Allah'a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması

İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Halbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.      



Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:



Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.



İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek, rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.



İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta, veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.



Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru, veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.



Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.       



Bu durumda, kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.



Kadere inanıyoruz. Ama, takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah'a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. (6)