"Rabbımız, Bize Dünyada da Hasene Ver; Âhirette de Hasene Ver!"

Hemen her namazın son rekâtında duâ olarak tekrar ettiğimiz bir âyet var: "Rabbımız, bize dünyada da hasene; âhirette de hasene ver. Bizi ateşin azâbından koru!" (2/Bakara, 201). Bu âyet, "dünyada da hasene, âhirette de hasene"den söz ettiğine göre, istenen "hasene" her iki dünyada da geçerli ve elzem olan bir şeydir. Kezâ, her iki dünyada da hasenenin talep edilmesi, iki dünyanın uyumu zarûretine işaret etmektedir. Dünya ve âhireti, birbirinin rakibi ya da zıddı olan veya birbirinden kopuk ayrı dünyalar olarak görmemeyi, onları, en hayırlı şeyin ikisinde de "hasene" olduğu bir bütünlük içinde yorumlamayı gerektirmektedir........ ................. ................. .................



Nitekim, Kur'an'ın elçisi ve ilk muhâtabı olan Rasûl-i Ekrem, bize, dünyayı üç ayrı yüzüyle sunar: Fâni yüzü, âhirete bakan yüzü ve esmâ-i hüsnâya bakan yüzü. Ümmî nebînin hayatı, bu üçlemeye ilişkin nice dersler yüklüdür. O, meselâ, dünyanın fânîliğine aldanma tehlikesine karşı, şöyle demektedir: "Ben bu dünyayı ne yapayım? Ben ve bu dünya, yolcu ve altında gölgelendiği ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır." Ama öte yandan, "dünya âhiretin tarlasıdır." Kezâ, pek çok hadisinde lafzen, diğerlerinde ise mânen vurguladığı üzere, şu dünya, Rabbimizi isimleriyle bildirmektedir.



Sözün kısası, tek boyutlu değildir dünya. O tek boyutu iyi veya o tek boyutu kötü olan bir şey değildir. Fâni yüzüne bakılırsa, adı üstünde denîdir, aşağıdır ve geçicidir. Nitekim, dikkatli bir müfessir Kur'ânî "hayâtü'd-dünyâ" ifadesini "denî hayat, aşağı hayat" olarak tefsir ederken bir hakikate işaret etmektedir. İbrâhim sûresinin üçüncü âyetinde geçen âhirete karşı hayâtü'd-dünyâyı sevenler, elbette dünyayı bu fâni ve denî yüzüyle sevenlerdir; onu âhiretin tarlası ve İlâhî isimlerin aynası kılmayanlardır. Dünya bizâtihî kötü değildir; ama âhiretin tarlası, İlâhî isimlerin aynası kılınmadığı sürece kötüdür. O yüzde hiçbir güzellik yoktur. Bilakis, o yüzde kalındığı sürece, en güzel şeyler bile çirkinliğe, en mükemmel şeyler bile abesiyete dönüşmektedir. Sonunda solup gitmesiyle bizi sonsuz acılara gark edecek bir çiçek, kimseyi cezbetmez. Hiç kimse "ileride terkedeceğim" diyen birini sevmez. Bütün aşklar "sonsuza kadar beraber olma" düşüncesiyle başlar; ancak o düşünceyle kalıcı olur.               



Tüm bu fıtrî gerçeklerden, "dünyadaki hasene"nin, dünyanın fâni yüzünde kalan şeyler olmadığı anlaşılır. Geçip giden bir güzellik, şükürsüz bir zenginlik, Allah'tan bilinmeyip O'nun adına kendisinden infak edilmeyen bir servet, ihtiyarlıkla birlikte sönüp gidecek bir hâfıza, bu nitelikte kaldığı sürece bir "hasene" değildir. Fâni yüzde kalan biri için, bugünün yüz güzelliği, yarın solup gitmesi mutlak olduğundan, şimdiden acılar yaşatır. Edinilen servet, onu kaybetme korkusuyla uykuları kaçan vesveseli bir hazine bekçisine dönüştürür. Şu dünyanın her bir metâı, Sahibi bilinmediği ve veriliş amacına uygun kullanılmadığı sürece, olsa olsa, insanın azâbını arttıracaktır. Açıkçası "Rabbımız! Bize dünyada hasene ver" derken istenen, dünyanın fâni yüzüne ilişkin bir şey değildir. O halde, kast olunan hasenenin, gelip geçer maddî güzellik kalıplarına değil; şu dünyada bize verilen metâın niteliğine; ona nasıl ve ne adına muhâtap olunduğuna baktığı açıkça ortaya çıkmaktadır.



Gençlik, zâhiren, insana güzel gelir. Ama, dünyanın fâni yüzüyle bakılırsa güzel değildir; çünkü daha o dönemi yaşarken, bir gün gelip gideceği endişesiyle kararır ve çirkinleşir. Üç beş yıl sonra geçip gider. Sonraki tüm yıllar, "nerede o gençlik günleri? Keşke geri gelseler!" gibi yakınmalarla dolar. Çokları da, "gençlik sarhoşluğu"ndan, "gençliğine aldanmış olmak"tan yakınır durur. Ama o gençlik, eğer iman ve ubûdiyet yolunda sarf edilmiş ise, bu hüznü ve acıyı yaşatmaz. Geçip gidiyor olsa bile, bilir ki insan, bu gençliği veren, onu yolunda ve yerinde kullanana ebedî bir gençlik bahşetmeye muktedirdir. Şu fâni gençlik tarlasına âhirette boy verecek iman ve ubûdiyet tohumları atan, âhiret hayatında ebedî bir gençlik içinde devamlı meyveler devşirecektir. Bu bakımdan, iman ve ubûdiyet şuuru, gençlik nimetini onun için şu dünyada da "hasene", âhirette de "hasene" kılmaktadır; gidişiyle insanı acılara gark eden ve bir daha asla gelmeyecek olan, acımasız bir sevgili değil.



Âhirete bakan yüzdeki "hasene", esmâ-i hüsnâya bakan yüz için de geçerlidir. Rabbimizin isimleri, adı üstünde hasendir, güzeldir. Zaten, bütün güzellikler, o Cemîl-i Zülcelâl'in "güzel isimleri"nin cilveleridir. Gençliğine dünyanın bu yüzüyle muhâtap olan biri, gençlik nimetinde cilveleri görülen Kadîr, Alîm, Cemîl, Latîf... gibi güzel isimleri okuyacaktır.



O isimlerin müsemmâsı olan Zât-ı Zülcelâl'i tanıyacaktır. Bütün güzel isimler O'nun olan Zâtı tanıdığında ise, ne gençliği onu şımartacak; ne gençliğinin gidişi acılara atacaktır. Şımarmayacaktır; çünkü, gençliğiyle üzerinde görünenler kendisinin değil, O'nundur. Acılara atılmayacaktır; çünkü, gençliğinde üzerinde görünenlerin Mutlak Sahibi, onları yine bahşetmeye muktedirdir. Böyle biri için gençlik; taşkınlık, bedbinlik veya şımarıklıkla çirkinleşmekten çıkarak, bir şükür ve hamd vesilesi olarak güzelleşecektir.



Demek ki, bir şeyin bizim için "hasene" oluşu, bizim ona muhâtap oluşumuzla ilgilidir. Ne şımartan bir gençlik güzeldir, ne acılara boğan bir ihtiyarlık. Ne azdıran zenginlik güzeldir, ne bezdiren fakirlik. Güzelliğin iksiri, ona bakışımızdadır. İmanî bir nazardan ve ubûdiyet halinden uzak olan zenginliğiyle azar, fakirliğiyle isyana girişirken; mü'min, imanı nisbetinde, zenginliği bir şükür ve hamd, fakirliğini ise bir duâ ve terbiye vesilesi kılmaktadır. İmansız bir nazar, en büyük nimetlere gark olduğu anda bile hayâlî felâket senaryoları ile hayatını zehir ederken; imanî bir nazar, musîbetleri dahi Hakîm-i Rahîm'in eseri olarak hikmet ve rahmet dürbünüyle seyretmektedir. Ona göre, "mâdem hayat, esmâ-i hüsnânın nakışlarını gösterir; hayatın başına gelen her şey güzeldir." Hastalıklar ve hatta ölüm bile.



Dolayısıyla "Rabbimiz, bize dünyada da hasene, âhirette de hasene ver!" duâ âyetinde istenen "hasene", imandır, imanî bir nazardır, ubûdiyettir, duâ, hamd ve şükürdür, bütün imanî hakikatlerdir. Bu dünyayı güzelleştiren, âhiretimizi ateşin azabından kurtarıp Rabbimizin güzel isimlerinin dâimî cilvelerine muhâtabiyetle doyumsuz bir güzelliğe ulaştıracak olan onlardır. Bu bakımdan, Rabbimiz, zaten dünyada "hasene" verdiğine, âhirette de "hasene" veriyor. Dünyada "esmâ-i hüsnâ"sıyla muhâtap oluyor. Şu dünyanın fâni yüzünde kalıp, sözümona en güzel dünya nimetlerine erişse bile, onu âhiret azığı yapmayan ve esmâ-i hüsnânın târifnâmesi kılmayanları ise, aynı âyet, devamla gelen "ateşin azâbı" ifadesiyle uyarıyor.



Kısacası, "Rabbim bize dünyada hasene ver" duâsını yaparken murâdımız şu olmalıdır: "Rabbim, şu dünya hayatımızda Senin esmâ-i hüsnânı tanımayı ve tüm ömrümüzü o isimleri tanımanın gerektirdiği bir ubûdiyet şuuruyla yaşamayı nasip et. Şu dünyada her neye muhâtap olursak olalım, o şeyde cilvelenen esmâ-i hüsnânı bize okuttur; o şeyi bizim için asıl meyvesini ebedî cennet yurdunda yiyeceğimiz bir fidan kıl. Bize bir an bile esmâ-i hüsnânı unutturma; bir an bile gayri imanî bir nazarla baktırma; bir an bile Sana kulluktan ayırma; tâ ki, mahkeme-i kübrâda hesaba ve cehennemde azaba dûçâr olmayalım."



İnşaallah bu duâyı hakkıyla yapana âhirette de hasene verilecek; esmâ-i hüsnânın devamlı cilvelerine mazhar edilecektir. Yoksa eşyaya, Sâniine ve âhirete nisbet etmeksizin, fâni yüzüyle dünyaya bakanlar, bu dünyada aldatıcı ve şeklî bir güzelliğe ulaşsalar bile, onu kaybetmenin elemiyle dünyalarını karartırken, öte dünyada ateşin azabını tadacaklardır.[276]