Husün ve Kubuh

Hüsün (hüsn), "güzel olmak" anlamında masdar ve "güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey" anlamında isim olarak kullanılır. Karşıtı olan kubuh (kubh) ise, "çirkin olmak" ve "çirkinlik, nefret edilen şey" mânâsında masdar isimdir. Râgıb el-İsfahanî, hüsün kelimesini "güzel olan, rağbet edilen şey" diye tanımladıktan sonra, bir şeye akıl, duygu (hevâ) veya duyu (his) yönünden olmak üzere üç şekilde güzellik değeri yüklenebileceğini, ancak halk dilinde hüsün kelimesinin genellikle göze hitap eden güzellik için kullanıldığını, buna karşılık Kur'ân-ı Kerim'de aynı kelimenin çoğunlukla kalp gözünün (basîret) güzel kabul ettiği şeyi ifade ettiğini belirtir. Buna göre hüsün, günlük dilde estetik bir kavram, Kur'an dilinde bir ahlâk terimi olarak kullanılmaktadır. Aynı âlime göre "hasen" (güzel)in zıddı olan "kabîh" (çirkin) ise, "gözün beğenmediği maddî şeylerle, duygusal olarak insanı rahatsız eden davranış ve haller" anlamına gelir. "Kabîh" ile benzer bir anlam ifade eden "seyyie" ise nesneleri nitelemekten çok, insanlar arasındaki ilişkilerin ahlâkî değerini belirtmek için kullanılır. İbnü'l-Cevzî Kur'an'da, güzelliğinde eksiklik bulunmayan şeylerin yanı sıra, iyiliği kötülüğünden daha çok olan şeylere "hasene", bunların karşıtına da "seyyie" denildiğini ve bu iki tâbirin "tevhid-şirk, zafer-hezîmet, bolluk-kıtlık, âfiyet-belâ, iyi söz-kötü söz, iyi iş-kötü iş" mânânalarında kullanıldığını kaydeder. Hüsün ve kubuh, İslâmî literatürde estetik anlamdan çok, eylemlerin ahlâkî ve dinî değerlerini belirtir. Bu sebeple Türkçe'de "güzel" ve "çirkin" kelimeleri daha ziyade, estetik değerleri ifade ettiğinden kelâm, ahlâk ve usûl-i fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu, yerine göre "iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar" diye ifade etmek, daha isâbetli görünmektedir.



Cürcânî, bir eylemin veya olgunun insanın tabiatı ve karakteriyle uyuşması, onun için mükemmellik değeri taşıması ve övgüyle anılması, dolayısıyla ödüllendirilmesine yardımcı olması bakımından hüsün değeri taşıyabileceğini belirtir; kubuh kelimesini de bunlara aykırı özelliklerle tanımlar. Hüsün ve kubuh, "fazilet-rezilet, güzel-çirkin, hak-bâtıl, doğru-yanlış" şeklindeki anlamlarıyla ahlâk, felsefe ve mantık disiplinlerini ilgilendirir; genellikle fâilini övülmeye veya yerilmeye lâyık kılan inanç, düşünce ve davranışlar için kullanıldığı konumlarda ise kelâm ve usûl-i fıkhı alâkadar eder. Bu bağlamdaki hüsün ve kubhun aklî olduğu noktasında âlimler ittifak etmekle birlikte, Gazzâlî yapılan tariflerde kişilere göre değişebilen maslahat-mefsedet, fayda-zarar, yetkinlik-eksiklik gibi sübjektif ölçülerden hareket edildiğini öne sürerek hüsün ve kubha yüklenen bu tür anlamların izâfî olduğuna dikkat çeker. Kelâm literatüründe tartışmalara konu olan hüsün ve kubuh, ilâhî övgü veya yergiye, yahut sevap veya ikaba götüren fiillerin niteliğini belirten kavramlardır.    



İslâm literatüründe hüsün ve kubuh meselesi, hem mâhiyeti hem de aklın iyilik ve kötülüğü idrâk etmedeki yetkisi ve kapasitesi, dolayısıyla iyilik ve kötülük hakkındaki bilgilerin kaynağı açısından inceleme konusu olmuştur. Âlimlerin bu husustaki görüşlerini üç noktada toplamak mümkündür. Eş'ariyye ve Selefiyye ile Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî usulcüleri çoğunluğunun yanı sıra bazı Hanefî usulcülerine göre hüsün ve kubuh, şer'îdir; yani bir şeyin iyi veya kötü olduğu ancak tesbit ve tâyininden sonra bilinebilir. Çünkü iyilik veya kötülük, bir fiilin mâhiyetine ve zâtına ait bir vasıf değildir; fiil, din tarafından insanlara emredilmesi veya yasaklanmasıyla iyilik veya kötülük vasfını kazanır. Şu halde, bir fiil Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür; başka bir ifadeyle bir fiil iyi olduğu için emredilmiş, kötü olduğu için de yasaklanmış değildir. Başta Cehmiyye ve Mu'tezile olmak üzere Şia, Kerrâmiye, bazı Mâturîdiyye-Hanefiyye âlimleriyle müslüman filozoflara göre hüsün ve kubuh aklîdir; bu değerler, akıl yürütmekle bilinebilir ve böylece iyilikle kötülüğün bir şeyin mâhiyetine dâhil olup zâtî bir vasfını teşkil ettiği anlaşılır. Kategorik olarak yararlı olanın iyi, zararlı olanın kötü olduğu bilgisi, kesin biçimde aklî bilgi olmakla birlikte, muayyen bir fiilin iyilik veya kötülüğüne hükmedebilmek için o fiilin bağlamını ve sonuçlarını dikkate almak gerekir. Belirli bir fiille alâkalı bütün yönleri ve sonuçları bilebilmek için vahye ve dolayısıyla peygambere ihtiyaç vardır. Bu sebeple akıl yürütülerek bazı fiillerin iyilik ve kötülüğü genel çerçevede bilinebilse de bütün fiiller hüsün ve kubuh açısından isâbetle tahlil edilemez.



Değerlerin akılla ilişkisi konusunda farklı bir anlayışa sahip bulunan Mâturîdîlerin çoğunluğu ile Selefiyye'ye mensup bazı âlimlere göre hüsün ve kubuh kısmen aklî, kısmen de şer'îdir. Esas itibarıyla hüsün ve kubuh fiillerin zâtî bir vasfı olup aklen idrâk edilmekle birlikte bu husus, hem insanlar hem de fiiller açısından bazı özel şartlarla sınırlıdır. Buna göre akıl, bütün fiillerin iyiliğini veya kötülüğünü kavrayamaz, ayrıca iyilik ve kötülüğün bazı şartlarda kişilere göre değiştiği de bilinmektedir.



Mâturîdililer, hüsün ve kubhun hem aklî hem de şer'î olduğunu ileri sürerken, her şeyden önce, tecrübî olarak değişik zaman, mekân ve sosyal çevrede yaşayan insanların ortak bir kanaatle belli fiillerin iyilik ve kötülüğüne hükmettiklerini, şu halde değerlerin fiillere ait zâtî nitelikler olduğunu ve bunun aklen bilinebildiğini belirtmişlerdir. Değerlerin kişilere ve şartlara göre değişiklik arzetmesi (meselâ, yalanın iyi; doğru söylemenin kötü olduğu görüşü) kanıttan yoksun, itibarî/göreceli ve istisnâî bir durumdur. Bununla birlikte, akıl fiillerin ayrıntılarını, ferdî ve sosyal ilişkilerin karmaşık yönlerini her zaman isâbetle bilemeyeceğinden bu konularda ihtiyaç duyulan kesin bilgilere ancak vahiyle ulaşılabileceği de bir gerçektir. Ayrıca bir fiilde bir yönden iyilik bulunması, başka yönlerden kötülük bulunmasına engel teşkil etmez. "Zarûretler yasakları mubah kılar"; "İki şerden, ehveni tercih edilir"; "Daha büyük zarar, daha hafifi ile giderilir" tarzında herkesçe benimsenen genel ilkeler de bu anlayışın bir sonucu olarak doğmuştur.



Meseleye yöneltilen temel bakışları iki noktada toplayarak hüsün ve kubhun sadece şer'î olduğunu söyleyenlerle; hem şer'î hem aklî olduğunu kabul edenlerin görüşlerinden söz etmek mümkündür. Eş'ariyye ile Selefiyye-Hanbeliyye'nin çoğunluğu ve bazı Hanefî âlimleri, hüsün ve kubhun sadece dinin haber vermesiyle bilineceğini söylerken, kâinattaki her şeyin ilâhî irâdeye bağlı olmakla birlikte ilâhî fiillerin mutlaka bir hikmeti ve gâyesi bulunduğunu kabul eden Mu'tezile ve Mâtürîdiyye'nin çoğunluğu ile bazı Selef âlimleri hüsün ve kubhun hem aklî, hem şer'î olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Bu son telâkkî, naslara da akla da uygun görünmektedir.



Müslüman filozoflar, iyilik ve kötülük problemini genellikle iyimser bir bir yaklaşımla ele almışlardır. Meselâ Fârâbî ve İbn Sînâ kötülüğün izâfî/göreceli olduğunu, varlıkların özünde bir kötülük bulunmadığını, sadece bir başka varlığa nisbetle daha az iyiden söz edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. İhvân-ı Safâ risâlelerinde belirtildiğine göre, evrende esas olan iyiliktir, kötülükler ise evrenin bütünlüğü içinde belli bir gâye ve hikmeti gerçekleştirmeye mâtuftur.[263]