* İSMİ ZİKREDİLEN FİTNELER

ـ4766 ـ1ـ عن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا عِند عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فقال: أيُّكُمْ يَحْفَظُ حَدِيثَ رَسُولِ اللّهِ # في الْفِتْنَةِ؟ فَقُلْتُ: أنَا. قَالَ: إنَّكَ لَجَرِئٌ؛ وَكَيْفَ؟ قَالَ قُلْتُ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: فِتْنَةُ الرَّجُلِ في أهْلِهِ وَمَالِهِ وَوَلَدِهِ وَنَفْسِهِ وَجَارِهِ يُكَفِّرُهَا الصِّيَامُ، وَالصََّةُ، وَالصَّدَقَةُ، وَا‘مْرُ بِالْمَعْرُوفِ، وَالنَّهْىُ عَنِ الْمُنْكَرِ فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: لَيْسَ هذَا أُرِيدُ إنَّمَا أُريدُ الَّتِى تَمُوجُ كَمَوْجِ الْبَحْرِ قَالَ



فَقُلْتُ: مَالَكَ وَلَهَا يَا أمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ! إنَّ بَيْنَكَ وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلِقاً. قَالَ: فَيُكْسَرُ الْبَابُ أوْ يُفْتَحُ؟ قَالَ: قُلْتُ: َ. بَلْ يُكْسَرُ. قَالَ: ذلِكَ أحْرَى أنْ َ يُغْلَقَ أبَداً. فَقُلْنَا لِحُذَيْفَةَ: هَلْ كَانَ عُمَرُ يَعْلَمُ مَنِ الْبَابُ؟ قَالَ: نَعَمْ، كَمَا يَعْلَمُ أنَّ دُونَ غَدٍ اللَّيْلَةَ، إنِّي حَدَّثْتُهُ حَدِيثاً لَيسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقِيلَ لِحُذَيْفَةَ: مَنِ الْبَابِ؟ قَالَ: عُمَرُ[. أخرجه الشيخان والترمذي .



1. (4766)- Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in yanında idik: Bize:



"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın fitne hakkındaki hadisini kim hafızasında tutuyor?" dedi. Ben atılıp: "Ben biliyorum!" dedim.



"Sen iyi cür'etlisin, nasılmış  söyle bakalım!" dedi. Ben de anlattım:



"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti ki: "Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır. Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi'lmaruf ve nehy-i ani'lmünker  bu fitneye kefaret olur!"



Ömer (radıyallahu anh) atılıp: "Ben  bu fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!" dedi. Bunun üzerine ben:



"Ey mü'minlerin emîri! O fitne ile sizin ne alâkanız var! Sizinle onun arasında  kapalı bir kapı mevcut!" dedim.



"Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı?" dedi.



"Hayır açılmayacak bilakis kırılacak!" dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak):



"(Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!"  buyurdu." Ravi der ki: "Biz Huzeyfe (radıyallahu anh)'ye sorduk:



"Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu?"



"Evet, dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği katiyyette onu biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane) anlatmadım.



"Huzeyfe (radıyallahu anh)'ye soruldu:



"O kapı kimdir?"



"Ömer (radıyallahu anh)'dir!" buyurdu." [Buharî, Mevakitu's-Salat 4, Zekat 23, Savm 3, Menakıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17, (144); Tirmizî, Fiten 71, (2259).][24]



ـ4767 ـ2ـ وفي رواية لمسلم رحمه اللّه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: تُعْرَضُ الْفِتَنُ عَلى الْقُلُوبِ كَالْحَصِيرِ عَوْداً عَوْداً. فأىُّ قَلْبٍ أُشْرِبَهَا نَكَتَتْ فِيهِ نُكْتَةً سَوْدَاءَ، وَأىُّ قَلْبٍ أنْكَرَهَا نَكَتَتْ فيهِ نُكْتَةً بَيْضَاءَ حَتّى يَصِيرَ عَلى قَلْبَيْنِ: قَلْبٍ أبْيَضَ مِثْلِ الصَّفَا فََ يَضُرُّهُ فِتْنَةٌ مَا دَامَتِ السَّمواتُ وَا‘رْضُ وَاŒخَرُ أسْوَدُ مُرْبَادٌّ كَالْكُوزِ مَجْخِيّاً َ يَعْرِفُ مَعْرُوفاً وََ يُنْكِرُ مُنْكَراً إَّ مَا أُشْرِبَ مِنْ هَوَاهُ؛ وَفيهِ قَالَ حُذَيْفَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّ بَيْنَكَ وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلَقاً يُوشِكُ أنْ يُكْسَرُ قَالَ عُمَرُ: أكَسْراً َ أبَالَكَ؟ فَلَوْ أنَّهُ فُتِحَ، كَانَ لَعَلَّهُ يُعَادُ. قَالَ: وَحَدَّثْتُهُ أنَّ ذلِكَ الْبَابَ رَجُلٌ يُقْتَلُ أوْ يَمُوتُ حَدِيثاً لَيْسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقُلْتُ لِسَعْدِ بْنِ طَارِقٍ: مَا أسْوَدُ مُرْبَادٌّ؟ قَالَ: شِدَّةُ الْبَيَاضِ في سَوَادٍ. قُلْتُ: فَمَا الْكُوزُ مُجْخِيّاً؟ قَالَ: مَنْكُوساً[.»والجرأةُ« ا“قدام على ا‘مر العظيم.و»ا‘غاليطُ« جمع أغلوطة، وهى المسائل التي يغلط بها، وا‘حاديث التي تذكر للتكذيب.وقوله: »كَالْحَصِير عَوْداً عَوْداً« معناه أن القلوب تحيط بها الفتن حتى تكون فيها المحصور والمحبوس، يقال حصره القوم: إذا أحاطوا به وضيقوا عليه.وقوله: »عَوْداً عَوْداً« بفتح العين: أي مرة بعد مرة.و»أشربها« أى دخلت فيه وقبلها وسكن إليها .



و»النكتة« ا‘ثر.و»المربادُّ« الذي في لونه ربدة، وهى لون بين السواد والغبرة.و»المجخيُّ« المائل عن استقامة واعتدال هاهنا .



2. (4767)- Müslim rahimehullah'ın bir rivayetinde (Huzeyfe radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim. Demişti ki:



"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (beşerî değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.



"Bu rivayette Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: "(Ey Ömer!) Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır kırılması yakındır!"



Hz. Ömer atıldı: "Ey babasız kalasıca! O kırılacak mı? keşke açılsaydı. Böylece tekrar (kapatılarak eski normal hale) dönülürdü!"



Huzeyfe der ki: "Ben ona bu kapı ile öldürülecek veya ölecek bir şahsın kinaye edildiğini bildiren  bir hadis söyledim. Mugalata (ve efsane anlatıp boş laf) etmedim."



Ravi der ki: "Sa'd İbnu Tarık'a (hadiste geçen) "esvedü mürbad" tabiri ne demektir?" diye sordum.



"Siyah üzerine şiddetli beyazlıktır" dedi. Ben tekrar "elkûzu mechıyy" nedir?" dedim. "Tepetaklak (ters çevrilmiş) testi!" diye cevap verdi." [Müslim, İman 231, (144).][24]



AÇIKLAMA:



1- Bu hadis,  Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, istikbalde olacakları ihbar sınıfına giren mucizelerdendir. Aslında gaybı sadece Allah bilir. Ancak Allah'ın bildirmesiyle insanlar da bilebilir. Peygamberler, Allah'ın gaybı  bildirme nimetine en ziyade mazhar olan kimselerdir. Resul-i Ekrem  (aleyhissalâtu vesselâm), en kamil mertebede bu nimete mazhar olmuştur. Şarihler, bu hadisle Hz. Ömer'in şehit olacağının ihbarı ile Hz. Osman fitnesinin haber  verildiğini belirtirler.



2- Bizim dikkat çekeceğimiz bir mucize de fitneye düşenlerin psikolojik halleriyle ilgili beyanlardır. Bunu da bir mucize olarak değerlendirmemize hiç bir mani yoktur. Fitneye tam olarak düşmüş olan kimsede herkesçe müsellem olan değerlerin kaybolduğu, kendisine "içirilen" -ki yutturulan diye tercüme ettik- dışında bir değer tanımadığı belirtilmiştir.[24] Günümüzde bu tip insanları fiilen gördüğümüz için hadisin demek istediği gerçeği daha iyi anlama şansına sahibiz. Aksi takdirde inayet-i İlahiyeye mazhariyet dışında bir imkânla bu  hadisin mesajını anlamamız mümkün olmayacaktı.



Hadisin anlaşılması için ma'ruf ve münker tabirlerine dönelim: Ma'ruf, şeriatın ve aklın güzel bulduğu şeydir. Ma'rufla, insanlarca elbirlik takdir edilen şeriatça te'yid edilen müşterek değerler sistemi; bir başka ifadeyle iyi olan şeylerin ifade edildiğini, münkerle de yine insanlarca elbirlik reddedilen, takbih edilen, şeriatça da çirkinliği, kötülüğü, zararlılığı te'yid edilen değerlerin ifade edildiğini bilmek gerekir. Bu değerler ferdî değildir, beşerî değildir. Bu sebeple hadis, bunların heva olmadığına dikkat çeker. Hadis, fitneye düşen kimsenin, insanlarca ma'ruf kabul edilmiş bir şeyi maruf addetmediğini; münker bilinen şeyi de münker görmediğini buna mukabil kendisine yutturulan yeni değerler sistemine göre hükmettiğini belirtir. Yeni değerler sistemine hadis heva demektedir. Bir ayet,  İlahi değerler yerine "heva"nın konulmasını halis şirk ilan etmektedir:  "Gördün mü o heva (ve heves)ini tanrı edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine (habibim) sen mi bir bekçi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Onlar  başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki yolca daha sapıktır" (Furkan 43-44).



Ayet-i kerime, beşerî hevaya saplanarak İlahî menşeli marufu "iyi"; münkeri de "kötü" kabul etmeyenleri dört ayaklıdan beter ilan etmektedir.



Böylece sadedinde olduğumuz hadiste, günümüzde çağdaşlık, hümanizm, laisizm gibi yaftalarla nikah, edeb, tesettür, haya, ibadet gibi marufları gericilik diye reddeden; fuhuş,  içki, kumar, açıksaçıklık, ahlaksızlık, hayasızlık gibi her çeşit münkeri de ilericilik diye hoş göstermeye, müdafaalarını  yapmaya kalkan insanların hem yetişme vetirelerinin ve hem de ruhî yapılarının en beliğ bir tasvirini görmüş olmaktayız.



3- Hadisle ilgili ilave yorumları müteakiben kaydedeceğiz.[24]



ـ4768 ـ3ـ وعن أبى بكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَنْزِلُ أُنَاسٍ مِنْ أُمَّتِى بِغَائِطٍ يُسَمَّى الْبَصْرَةَ عِنْدَ نَهْرٍ يُقَالُ لَهُ دِجْلَةُ. يَكُونُ عَلَيْهِ جِسْرٌ يَكْثُرُ أهْلُهَا، وَتَكُونُ مِنْ أمْصَارِ الْمُهَاجِرِينَ. فَإذَا كَانَ في آخِرِ الزَّمَانِ جَاءَ  بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ صِغَارُ ا‘عْيُنِ، حَتّى يَنْزِلُوا عَلى شَطّ النَّهْرِ، فَيَتَفَرَّقُ أهْلُهَا ثَثَ فِرَقٍ: فِرْقَةٌ يَأخُذُونَ أذْنَابَ الْبَقَرِ والْبَرِّيَةِ وَهَلَكُوا، وَفِرْقَة يَأخُذُونَ ‘نْفُسِهِمْ وَكَفَرُوا، وَفِرْقَةٌ يَجْعَلُونَ ذَرَارِيَّهُمْ خَلْفَ ظُهُورِهِمْ وَيُقاتِلُونَهُمْ، هُمْ الشُّهَدَاءُ[. أخرجه أبو داود.»الغائط« المطمئن من ا‘رض.و»البصرة« الحجارة البيض الرخوة، وبها سميت البصرة.و»بَنُو قَنْطُورَاءَ« هُم الترك، يقال إن قنطوراء اسم جارية كانت “براهيم الخليل عليه الصة والسم، ولدت له أوداً جاء من نسلهم الترك .



3. (4768)- Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:



"Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın halkı (kısa zamanda) çoğalır ve muhacirlerin [Müslümanların[24]] beldelerinden biri olur. Ahirzamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bundan böyle (Basra) halkı üç fırkaya ayrılır:



* Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (kır ve ziraat hayatına dönerler, bunlar) helak olurlar.



* Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar  (ve Benî Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.



* Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar." [Ebu Davud, Mehalim 10, (4306).][24]



AÇIKLAMA:



1- Bu hadis, henüz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zamanında mevcut olmayan, Hz. Ömer zamanında, hicrî 27 yılında, Utbe İbnu Gazvan tarafından kurulan ve içerisinde hiç  puta tapılmamış olan Basra şehrinden bahsetmektedir. Ancak bazı alimler başka görüştedir. Aliyyu'l-Kari şu açıklamayı kaydeder: "El-Eşref der ki: Aleyhissalâtu vesselâm  bu şehirle, Medinetu's-Selam olan Bağdat'ı kastetmiştir. Zîra Dicle hadiste geçen kırdır. Köprü de Bağdat'ın ortasında mevcuttur. Basra'nın ortasında köprü yoktur. Resulullah Bağdat'ı Basra diyerek tanıtmıştır. Çünkü Bağdat'ın dışında kapısına pek yakın bir yer vardır; Babu'l-Basra denir. Aleyhissalâtu vesselâm  böylece, Bağdat'ı, ya bir kısmının ismiyle isimlendirmiş olmaktadır; yahut da muzafın hazfedilmesiyle[24] tıpkı ayet-i kerimede   وَاسْألِ الْقَرْيََةَ dendiği gibi. Bağdat dahi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bugünkü şekliyle kurulmuş değildi. Keza Aleyhissalâtu vesselâm devrinde, şehirlerden bir şehir de değildi. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Müslümanların beldelerinden biri olur" demiş, geleceğe matuf konuşmuştur. Aleyhissalâtu vesselâm zamanında bilakis (o civarda), Kisra'nın Medain şehri çıktıktan sonra Basra'ya mensup, onun nahiyeleri sayılan bir kısım  köyler vardı (büyük bir şehir yoktu). Ayrıca, meselenin bir başka yönü daha var: Zamanımızda, Türklerin Basra'ya savaş suretiyle girdiğine dair kimse bir şey işitmiş değildir. Hadisin mânası şu olmalıdır:  "Ümmetimden bir kısmı, Dicle yakınlarına inecek ve orada yerleşecektir. Burası Müslüman beldelerden biri olacaktır." İşte burası Bağdat'tır." (Aliyyu'l-Kârî'den.)



2- Benî Kantûra ile Türklerin kastedildiği kabul edilmiştir. Hattâbi, "dendiğine göre" diyerek şu açıklamayı kaydeder: "Kantûra Hz. İbrahim'in cariyesinin ismidir. Hz. İbrahim'in bundan çocukları dünyaya geldi. Türkler bu çocuklardan çoğalmadır." Bazı açıklamalara göre Kantûra, Türklerin atasının ismidir. Bazı âlimler bu açıklamaları reddeder ve "Türklerin, Hz. Nuh'un oğullarından Yafes'ten çoğaldıklarını ileri sürer. Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim'den çok önce yaşadığına göre Türklerin Hz. İbrahim'le bir  irtibatı olmamalıdır. Görüşlerdeki bu zıtlığı, "Cariyenin, Yafes evladından olması mümkündür" veya "Cariye  ile, -Hazreti İbrahim'in evladlarından gelmesi haysiyetiyle- Hz. İbrahim'e mensup, Yafes'in evladlarından biriyle  evlenmiş bir kızın kastedilmiş olması, Türklerin mezkur evlilikten hasıl bulunması da  mümkündür" gibi uzlaştırıcı açıklamalarla kaldırmaya çalışanlar da olmuştur.



Şunu kaydetmek isteriz: Yeryüzündeki ırkların menşei bugün dahi ilmî kesin bir çözüme kavuşmuş değildir.  Sadece bazı nazariyeler mevcuttur. Kaydedilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, eski kitaplarımız da, çok sağlam ve kesin bir kaynağa dayanmaksızın, malumat-ı mütearife şeklinde yaygınlık kazanmış olan birkısım rivayeti, bütün farklılıklarıyla birlikte tekrar etmektedirler. İlerde Kıyamet'le ilgili bölümde, Kıyamet Öncesi Fitneler Faslında (5018. hadis) açıklayacağımız üzere ulemanın ekseriyeti tarafından Benî Kantûra'dan maksadın Türkler olduğu kabul edilmiş bulunduğu halde bununla başkasının ve mesela Sudanlıların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.



3- Basralıların ayrılacağı üç fırka hususunda şarihler şu açıklamayı kaydederler:



1) "Sığırların ve kır develerinin kuyruklarını yakalarlar"dan murad,  "Savaştan kaçınırlar, canlarını ve mallarını kurtarmayı düşünürler ve sığırlarının peşine düşerek kırlara, çöllere çekilirler. Ancak oralarda helak olurlar" veya "Savaştan kaçınıp ziraatle meşgul olurlar. Ekip kaldırmak maksadıyla sığırların peşine takılarak muhtelif yerlere dağılırlar, oralarda  helak olurlar."



2) "Can derdine düşenler"den maksad, Benî Kantûra ile sulh yapmayı prensip edinen zümredir. Bunlar sulh elde edecek ama dinden, sünnetten, şahsiyetten fedâkârlıkla, zilletle bunu yapabilecektir. Bu da helakın bir başka şekli, cesedden önce ruhun öldürülmesidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu da te'yid etmiyor.



3- Üçüncü grup, kadın ve çocuklarını arkada bırakarak Benî Kantura'ya karşı çıkıp mertçe savaşanları teşkil edenlerdir. Bunlar Resulullah'ın te'yid ve tasvibindedir. Zîra bunlardan ölenlerin şehit olacaklarını haber vermektedir.



Aliyyu'l-Kârî der ki: "Bu hadis Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mucizelerindendir. Çünkü, hâdise Aleyhissalâtu vesselâm' ın haber verdiği tarzda aynen, 656 yılında Safer ayında vukua gelmiştir."



Aliyyu'l-Kârî'nin temas ettiği bu hâdise, Hülagu tarafından Bağdat'ın zaptıdır.



Bağdat'ın düşmesiyle noktalanan İslamî tezebzüb ibretlerle dolu bir hâdisedir.  Hülagu, Bağdat'ı  zaptettikten sonra Halep  Hükümdarı el-Meliku'n-Nasır'a yazdığı bir mektupta, Müslümanların uğradığı bu mağlubiyet ve zilletin sebebini şöyle özetler: "Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz. "Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler" (Şuara 227). Siz bize  kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz."



Mezkur mektubu, dipnotlar da düşerek bazı yorumlar katarak nakleden Ahmed Hilmi'den aynen kaydetmeyi, Resulullah'ın hadisinin  anlaşılması ve tarihten ibret alınması için gerekli görüyoruz:



"Bu arada (Hicrî 657'de) Hülagu, Halep Hükümdarı el-Meliku'n-Nasır'a elçilerle bir mektup gönderdi. Bu mektup, Hülagu'nun davranışı ve zihniyetini göstermesi bakımından çok alakabahştır. Bu sebeple Ebu'l Ferec'den aynen alıyoruz:



"el-Meliku'n-Nasır bilir  ki biz (Hicrî 656'da) Bağdat üzerine inip tanrının kılıncı ile orayı aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak kendisine iki sual sorduk. Suallerimize cevap veremedi. Bundan dolayı sizin Kur'anınızda "Tanrı hiç bir kavmin elindeki nimeti, o kavim kendi kendisini bozmadıkça bozmaz" (Rad suresi 2) denildiği gibi, bizim  azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu. Mallarını kıskandığı için, malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı canlarını adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu yine Tanrının dediği "her ne yaptılarsa orada hazır buldular" (Kehf 49) gibi oldu. Çünkü biz, Tanrının kuvvetiyle kalktık ve O'nun  kuvvetiyle muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrının askerleriyiz.[24] Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir. Olup  biten vakalar size ibret ve nasihat olsun. Bizim önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve hakkımızda yaptığınız kargışlar (beddua) bize geçmez. Başkalarına bakıp onların başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp altındakiler meydana çıkmadan ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi bizim elimize verin; biz sonradan ağlayanlara ve şikayet feryatları koparanlara acımayız. Nice şehirleri yaktık  ve nice kimseler yok  ettik ve nice  çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak varsa, bize de kaçanları yakalamak  var. Sizin için bizim kılıncımızdan kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız yetişir. Atlarımız her attan ziyade koşar ve oklarımız her şeyi yarar  geçer, kılıçlarımız yıldırım gibi iner. Akıllarımız  dağlar gibi sağlamdır. Sayımız kumlar kadar çoktur. Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş etmeye  yeltenenler sonunda pişman olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat  ile şartlarımızı kabul edecek olursanız canlarınız bizim canlarımız ve mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve muhalefette ayak dilerseniz, başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi değil kendinizi kınayın, ey zalimler! Tanrı sizin aleyhinizedir. Gelecek musibet ve belalara hazırlanın! Sonucun fena geleceğini önceden söyleyen kimsede şüphe yoktur ki, hiç bir kabahat kalmamıştır. Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid'atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz!  "Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler" (Şuara 227). Siz bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz. Bütün işleri takdir ve tedbir eden kimse tarafından biz size musallat edildik. Sizin azizleriniz bizim  katımızda zelil ve hakirdirler. Sizin zenginleriniz bizim katımızda yoksuldurlar. Yeryüzünün batı ve doğusu bizim elimizdedir. Yeryüzünde ne kadar mal sahipleri varsa onların hepsinin ellerindeki mallar ve kendileri bizim demektir. istediğimiz vakit o malları onların ellerinden alırız ve her gemiyi gasbederiz.[24] Kâfirler ateşlerini alevlendirmeden, kıvılcımlarını saçmadan ve sizin hepinizi yok edip yeryüzünde sizden bir kimseyi bırakmadan, akıllarınızı başlarınıza devşirin; doğruyu eğriden ayırın. Bu mektubumuz ile biz sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen bu mektubumuza cevap verin. Sonrasını siz bilirsiniz."



Hülagu, bu mektubunda, kendilerinin Tanrı te'yidine mazhar oldukları, hatta Tanrı kudretinin kendilerine tecelli  ettiği, kendilerinin onun takdirini icra eden memurlar olduklarını, zalimlere, facirlere karşı gönderilmiş bulunduklarını söylemektedir. Cengiz'den  itibaren hep böyle konuşmuşlardır. Bu onların bu  vazifelerine  hakikaten inandıklarını gösterir. "Sizin azizleriniz bizim katımızda  zelil ve hakirdirler..." derken de makam-ı uluhiyetten konuşur gibidir. Eski Türk hakanları (Tanrı kulu)durlar, yani (Zillullahi fil-arz)dırlar. Tanrının yeryüzünde mümessilidirler ki, bu ibare de ona işaret etmektedir. Diğer taraftan kendi vücudunu ve zuhurunu Kur'an'la da te'yit etmektedir ki, bu kalplere hoş görünmek içindir denilebilir.



Halep Meliki bu mektubu alınca, umerâsıyla müzakere ederek yerine oğlunu gönderdi. Hülagu bunu izaz etmekle beraber, babasının gelmesini şu cümle ile bildirdi: "Onun gönlü bize karşı doğru ise kendi gelir; yoksa biz, ona gideriz." Bu sözler üzerine Melik, Hülagu'ya gitmek istedi ise de beyleri döndürdüler."[24]



ـ4769 ـ4ـ وعن حسّان بْنِ عَطيّة عن جُبير بن نُفَيْر عن رجل من أصحاب النبي # يقال له ذو مخبر قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # سَتُصَالِحُونَ الرُّومَ صُلْحاً آمِناً فَتَنْزُونَ أنْتُمْ وَهُمْ عَدُوّاً مِنْ وَرَائِكُمْ فَتُنْصَرُونَ وَتَغْنَمُونَ وَتَسْلَمُونَ، ثُمَّ تَرْجِعُونَ حَتّى تَنْزِلُوا بِمَرْجٍ ذِى تُلُول، فَيَرْفَعُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ النَّصْرَانِيَّةِ الصَّلِيبَ؛ فَيَقُولُ: غَلَبَ الصَّلِىبُ، فَيَغْضَبُ رَجُلٌ مِنَ الْمُسْلِمِينَ، فَيَدُقُّهُ. فَعِنْدَ ذلِكَ تَغْدِرُ الْرُّومُ وَتَجْتَمِعُ لِلْمَلْحَمَةِ وَيَثُورُ الْمُسْلِمُونَ الى أسْلِحَتِهِمْ فَيَقْتِلُونَ، فَيُكْرِمُ اللّهُ تِلْكَ الْعِصَابَةَ بِالشَّهَادَةِ[. أخرجه أبو داود.»الْمَرْجُ« ا‘رض الواسعة ذات النبات تمرج فيها الدواب: أي تسرح مختلطة كيف شاءت.و»التُّلُولُ«: ا‘ماكن المرتفعة من ا‘رض.        و»الملحمةُ« معظم القتال.



4. (4769)- Hassan İbnu Atiyye, Cübeyr İbnu Nüfeyr'den, o da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Zi-Mihber denen bir sahabisinden naklen anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:



"Rumlarla güvenilir bir sulh  yapacaksınız. Onlar arkanızda (başkalarına) düşman olacaklar, sizler (de diğer düşmanlarınızla) savaşacak ve (Allah'ın keremiyle) yardıma mazhar olacaksınız; ganimet elde edecek, selamete ereceksiniz. Sonra dönüp tepelikli bir çayıra ineceksiniz. Hıristiyanlardan biri salibi kaldıracak ve: "Salib galebe çaldı!" diyecek. Müslümarlandan bir adam öfkelenip onu (salibi) kıracak. Bunun üzerine Rum, (antlaşmasına) ihanet edip büyük bir savaş için toplanacak. Müslümanlar da  silaha sarılıp savaşacaklar. Allah bu orduya şehadet lutfedecek." [Ebu Davud, Melahim 2, (4292, 4293).][24]







ـ4770 ـ5ـ وعن أمُّ سلَمَة زوج النبي # رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ] قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَكُونُ اخْتَِفٌ عنْدَ مَوْتِ خَلِيفَةٍ. فَيَخْرُجُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ الْمَدِينَةِ هَارباً الى مَكَّةَ فَيأتِيهِ نَاسٌ مِنْ أهْلِ مَكَّةَ فَيُخْرِجُونَهُ وَهُوَ كَارِهٌ، فَيُبَايِعُونَهُ بَيْنَ الرُّكْنِ وَالْمَقَامِ، وَيُبْعَثُ اليْهِمْ بَعْثٌ مِن الشَّامِ فَيُخْسِفُ بِهِمْ بِالْبَيْداءِ بَيْنَ مَكَّةَ وَالْمَدِينَةِ. فَإذَا رَأى النَّاسُ ذلِكَ أتَاهُ أبْدَالُ الشَّامِ وَعَصَائِبُ أهْلِ الْعِرَاق فَيَبُايِعُونَهُ. ثُمَّ يَنْشَأُ رَجُلٌ مِنْ قُرَيْش، أخْوَالُهُ كَلْبٌ فَيَبْعَثُ إلَيْهِ بَعْثاً فَيَظْهَرُونَ عَلَيْهِمْ وَذلِكَ بَعْثُ كَلْبٍ، وَالْخَيْبَةُ لِمَنْ يَشْهَدْ غَنِيمَةَ كَلْبٍ. فَيَقْسِمُ الْمَالَ وَيَعْمَلُ في النَّاسِ بِسُنّةِ نَبِيِّهِمْ وَيُلْقى ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ الى ا‘رْضِ، فَيَلْبَثُ سَبْعَ سِنِينَ، وَقَالَ بَعْضُ الرُّوَاةِ: تِسْعَ سِنِينَ، ثُمَّ يَتَوَفَّى وَيُصَلّى عَلَيْهِ الْمُسْلِمُونَ[. أخرجه أبو داود.قوله »وَيُلِقى ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ« أى يقرّ قراره ويستقيم: كما أن البعير إذا برك فاستراح مدّ جرانه على ا‘رض.







5. (4770)- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevcelerinden Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:



"Bir halifenin ölümü anında (ehl-i hal ve akd arasında) ihtilaf olacak. (O zaman) Medine ahalisinden bir adam (Mehdi) kaçarak Mekke'ye gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona gelecek ve (fitne çıkar korkusuyla) istemediği halde onu (evinden) çıkaracaklar. Rükn ile Makam arasında ona biat edecekler. Onları (ortadan kaldırmak için) Şam'dan bir ordu gönderilecek. Ordu Mekke-Medine arasındaki el-Beyda'da yere batırılacak. İnsanlar bu (kerameti) görünce Şam'ın ebdalı ve Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra Kureyş'ten dayıları Kelb kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve (Mehdi ve adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama onlar bu orduya  galebe çalarlar. Bu ordu, Kelbî'nin (ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu Kelbî'nin ganimetine iştirak edemeyen zarara uğramıştır. (Mehdi, malı taksim eder. Halk arasında peygamberlerinin sünnetini (ihya eder ve onun) ile amel eder. İslam yeryüzünde yerleşir. Yedi yıl hayatta kalır. -Bazı raviler dokuz yıl demiştir.- Sonra ölür ve Müslümanlar cenaze namazını kılarlar." [Ebu Davud, Melahim 1, (4286, 4288, 4289).][24]







AÇIKLAMA:







Bu hadis, birkaç meseleye birden temas etmektedir:[24]