p) Sözlü ve Fiilî Dua:

Dille dua vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece dille yapılan dua ile yetinmek, sünnetullahı, Allah'ın kanununu bilmemek ve ona uymamak demektir. İslâm'ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece dua etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde  duası  en  çok kabul edilmesi gereken Hz. Peygamber (s.a.s.)'di. O bu kadar eziyetlere katlanmaksızın dua ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp dua etti. Allah da O'nu mahcup etmedi.



Biz bu noktadan hareketle duayı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî dua, Sözlü dua. Fiilî dua, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Mesela, hastasına Allah'tan şifa dileyen kimsenin, öncelikle tıbbın gerektirdiği şeyleri, imkânları çerçevesinde yerine getirmesi gerekir. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah'tan şifa dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenab-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz de verebilir; ama bunu beklemek, Allah'ın hayata koyduğu kanunlara aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.               



Sözlü dua ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah'tan yardım istemesidir. Fiilî dua her zaman sözlü duadan önce gelir. Ama ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz.  Çünkü fiilî dua bedenin eylemi ise; sözlü dua da ruhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir varlıktır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:



"Hayatımı kudret elinde tutan zat'a (Allah'a) yemin ederim ki, iyiyi emredecek, kötülüğü yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah, size kendi katından bir azab gönderecektir. Sonra O'na dua edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır."[371]



Görüldüğü gibi, fiilî dua yapmadan, sözlü duanın kabul edilme ihtimali yok gibidir. Dua, Allah'tan bir "şey" istemektir. Fakat bu "şey" düşünme, bilim, sorumluluk, irâde, zahmet, iş, emek ve eziyetin yerini alan bir "şey" olmamalıdır. Belki bizzat kendisi bu sorumluluğun içindeyken, insan, zaman zaman ihtiyaç duyduğu bir şeyi elde etmeye yönelik bir duada bulunabilir. İşte o zaman, bu "şey"i ister ve alır.[372]



İslâm, duayı insanlar, sorumluluktan veya işten kaçsınlar diye emretmemiştir. İslâm'ın emrettiği dua, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan duadır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra "artık bu iş tamamdır" deyip de duadan uzaklaşmak yanlıştır. İşler ancak dua ile tamam olur.



Duayı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek, o zaman dua bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Dua mert çehrelerde güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, gereken yerde kılıçla dua etmesini bilmeliyiz. Onun kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken; dili Allah karşısında âcizliğin tercümanı oluyor, gözleri de Allah için yaş döküyordu.[373]



Fitne, fesat ve zulmün toplumu sardığı, fertleri ifsad ettiği zamanlarda; önce duaya sarılmak acziyetin, tembelliğin, korkaklığın ve sorumluluktan kaçtığımızın ifadesidir. Özellikle bugün "müslümanım" diyen insanların Allah'ın dâvâsı için pek fazla bir şey yapmadıkları halde, hatta bazılarının tüm mesailerini dünyevî işlere harcadıkları halde, bunların ellerini açıp "Allah'ım, bize sahip gönder!" dediklerine şâhit oluyoruz. Halbuki ortadaki durumu sahiplenmesi gerekenin bizler olduğumuzun farkında değiliz.



İçinde yaşadığımız hayatta olup biten şeyler bizleri ne kadar ilgilendiriyor? Gözlerimizle şahit olduğumuz olaylara herhangi bir şekilde sözlü veya fiilî müdâhale imkânı varken, rahatımızı bozmamak ve kendimizi riske atmamak için, hep kalb ile müdâhale (!) etme yolunu mu tercih ediyoruz? Cadde ve sokaklarda olup bitenleri evlerimizin pencerelerinden veya televizyonlarımızın ekranlarından seyrettikten sonra da kalkıp "Ya Rabbim..." diye dua ederek problem ve fitnenin kalkmasını mı bekliyoruz? Bu ne biçim dua anlayışı? Rasulullah (s.a.s.) böyle mi yapıyordu? Hayır, şüphesiz O önce tebliğ ediyor, sonra arkasından "Ya Rabbim! Onlar bilmiyorlar, onlara hidâyet ver!" diyordu. Yine savaş öncesi tüm hazırlıklarını bitiriyor, sonra dua ediyordu. İşte Hendek savaşı... Bir-iki ay önce Allah rasûlü hendeklerin kazılmasını, ekinlerin vaktinden önce biçilmesini, meyvelerin, hurma yapraklarının toplanmasını, cadde ve sokaklarda barikatlar kurulmasını emretti. Bizzat kendisi de taş ve toprak taşıdı. Tüm hazırlıkları tamamladı. Bu şekilde fiilî duayı tamamlayınca arkasından sözlü dua yaptı, Allah'tan yardım talep etti. Allah da onlara zaferi bahşetti.



Bazen, müslüman kardeşlerimiz birbirlerine "bana dua et" diye ricada bulunuyorlar. Müslümanların birbirlerinden dua talep etmeleri güzel bir şey, yüce dinimizin tavsiyesidir. Ama dua talep eden kardeşlerimiz acaba sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine, yani fiilî dua konusundaki hallerine bakıyorlar mı? Fiilî duaları herkesin bizzat kendisinin yapması lazımdır. Ancak böyle olursa kendimizin veya bir başka kardeşimizin bizim hakkımızda yaptığı duanın bir anlamı ve geçerliliği olabilir. Yoksa, görüldüğü gibi, sadece dille yaptığımız dualarımız kabul edilmiyor.



Mesela, asr-ı saâdette bir Uhud dersi var. Uhud savaşında müslümanların zaferi nasıl kaçırdıklarını ve kısmî mağlûbiyetin ne şekilde geldiğini biliyoruz. Acaba o savaşta Allah Rasûlü (s.a.s.) ve müslümanlar dua etmedi mi ki, bu hale geldiler? Hayır, mutlaka dua etmişlerdi. Ama sözlü duadan önce yerine getirilmesi gereken sorumlulukları yerine getirmede problemler olmuştu. Peygamberimiz’in geçide yerleştirdiği ve her ne pahasına olursa olsun buradan ayrılmayacaksınız dediği elli okçu görevlerini yarıda bırakıp mevzîlerini terk etmişlerdi; Sebep buydu.



Allah'ın yardımı kulun gücünün bittiği yerde gelir. Biz, Allah'ın yardımını talep ederken, bunun için dua ettiğimizde sahip olduğumuz gücümüzü sonuna kadar kullanıp kullanmadığımıza bakalım.[374]